Mevlana ve Tasavvuf,mevlana,ve,tasavvuf

Mevlana ve Tasavvuf


 Her gün bir yerden göçmek 

Ne iyi 

Her gün bir yere 
Konmak ne güzel 
Bulanmadan, donmadan 
Akmak ne hoş 

Dünle beraber 
Gitti cancağızım 

Ne kadar söz varsa 
Düne ait 
Şimdi yeni şeyler 
Söylemek lazım 

 

Mevlana Celaleddin-i Rumi

 

 Mevlana ve Mesnevi


      Mesnevinin başlangıcı ve ilk “18 Beyit”

Şems ve Mevlana

Mevlana’dan kaza ve kader üzerine

Mevlana’dan hoşgörü ve paylaşma üzerine

Mevlana’dan sabır ve tevekkül üzerine

Mevlana’dan ney üzerine

Mevlana’dan nefis üzerine

Mevlana’dan sevgi, dostluk ve düşünce üzerine

Mevlana’dan Yaradan ve Tasavvuf üzerine

Dua etme ve günahlardan arınma üzerine

Sema Üzerine 

 

 

Mevlana ve Mesnevi

 

        Yüreği ilahi aşkla kor gibi yanan yüce şair, Sufi kimliğiyle tüm dünyada tanınan büyük alim ve düşünce insanı Mevlana, en olgun çağında “Hamdım, piştim yandım” dedikten sonra Mesnevi’yi yazmaya koyuldu.

 

        Mesnevi, aslında Doğu edebiyatında özel bir şiir tarzının adıdır, ama bu ad zaman içinde Mevlana’nın altı ciltlik ünlü eseriyle özdeşleşmiştir. İç içe geçmiş evrensel öykü ve masallardan oluşan bu eser Tasavvufi yaşam biçimi için en değerli kaynak olma özelliğini taşır.

 

        Tasavvuf: 

       

        Peki, Tasavvuf nedir, en kısa, en sade biçimde nasıl özetleyebiliriz?

        Tasavvuf derin bir gönül bağıdır, ruhani bir yolculuktur, ilahi aşkın yoludur. Başka bir deyişle, kişinin kendini ilahi bir varlığın gözetimi altında hissetmesi ve bu şuurla davranıp yaşamasıdır Tasavvuf.

 

İman sahibi olmanın esasları namaz kılmak, oruç tutmak, muhtaç olanlara sadaka vermek gibi, bir inananın üzerine farz olan ibadetleri içeriyor. Peki, bu görevleri yerine getirmek “kâmil bir insan” olmak için yeterli midir? Bir insan sadece üzerine farz olanı yerine getirerek Yaradan’a giden yolu tümüyle keşfedebilir, gönül kapılarını yeterince açabilir mi?

 

Mühim olan aynı zamanda hayatta doğru davranabilmektir. Dünya nimetlerinden uzaklaşıp bir keşiş gibi inzivaya çekilmek, tüm ömrünü ibadete adamak insanlara faydalı olmaktan daha değerli değildir. Velhasıl iyiliğe, güzelliğe ve hayırlı olana erişmek pek kolay değildir. Uzun çileli bir yoldur. Her faniye nasip olmaz.

 

        Tasavvuf her şeyden önce ‘ben’ olma iddiasından, hırslarımızdan arınmayı öğretir bizlere. Nefsimizi denetim altına almadan bunu hayata geçirmek mümkün değildir. Bütün bu çabaların, sabrın temelinde güçlü bir inanç ve ilahi aşk vardır. İçsel bir yolculuktur Tasavvuf. Bir ‘hâl işi’ olduğundan, tanıma, tarife sığmaz, onu ancak yaşayan bilir.

 

Tasavvuf hiçbir zaman dünyayı terk etmez. Aksine; aklın bilim, yüreğin iman ile meşgul olsun ister. Dürüst, şefkatli, alçak gönüllü, çevresine yararlı birer insan olabilmek değil midir önemli olan? Özetle Tasavvuf, “gönül bilgisidir”, “edeptir”.

 

Peki, edep ne demektir?

 

Edep haddini bilmek, o hadde katiyen tecavüz etmemek, yani sınırı aşmamaktır. İyi huylu olmak, yardımsever olmak, kul hakkına saygı duymak, insanları ve diğer canlıları korumak, kollamak sonuçta bizim ruhumuza da iyi gelir, bizlere huzur verir.

 

        Edep öyle bir makamdır ki insanı, “insan-ı kâmil” haline ulaştırır. Edep, dinin temeli, insanın gönlünü aydınlatan manadır. İnsanı hayvandan ayıran özelliktir. Edepli insan bir hatayı gördüğünde itiraz eder. Bunu kırmadan, üzmeden, kalpleri incitmeden yapar. Edeple hareket etmeye başlayan insan eşyaya da saygı göstermeye başlar. Vurmaz, kırmaz, kedisine, köpeğine, etraftaki hayvana da, bitkiye de saygı gösterir.  

 

        Zenginliklere, mala, mülke, güzelliklere, sapkın fikirlere kendimizi kaptırmamak, bunların geçici olduğunu bilmektir asıl önemli olan. Tasavvuf ilmi bunu gerektirir.

 

        Edep mütevazılığı da beraberinde getirir. Bakınız, toprakta tevazu var, yokluk var, hiçlik var. Üstüne her türlü pislik atılır, çöp atılır, ölüler gömülür, o bize gene verir, otlar, çıkarır, ağaçları yeşertir, rızkımızı sağlar.

 

        Edebi öğretmek için kimi zaman da ceza gerekir. Peki ceza nedir? Karşılık demektir. Zaten insan önce dünyada cezalandırılır. Çünkü zerre kadar hayır yapsan hayır bulacaksın, şer yaparsan şer bulacaksın. Zaten bu dünyada cenneti bulamayan öbür alemde de bulamaz. Eğer sevgi açığa çıkarsa insanlar birbirlerini hoş görmeye başlarlar. O zaman güzellikler meydana çıkar.

 

        Cennet dünyaya gelir.

 

        Bir köylü kadın nehir başında çamaşır yıkarken elbiseleri suya basar, tokmakla döver, çitiler, sudan geçirir ve kurutmak için asar. Birbirinden çok farklı, bazen zıt şeyler yapar. Ama hepsi çamaşırlar temizlensin, kirinden arınsın diye yapılır. İşte bu tür zıtlıklar insanı terbiye etmek içindir. Unutmayın, kötünün terbiyesi iyi iledir. İyinin terbiyesi de kötü iledir.

 

        Doğu felsefesindeki “yin ve yang” da bu karşıtlık üzerine kuruludur.

 

        İyi ve Kötü…

        İşte bu ilahi adalettir.

 

 

 

 

 

Mesnevinin başlangıcı ve ilk “18 Beyit”

 

“Hamdım, piştim, yandım…”

 

        Böyle dedikten sonra Mesnevi’yi yazmaya koyulur Mevlana. İlk on sekiz beyti bitirdiğinde yaşı hayli ilerlemiştir. Müritlerinden Hüsamettin Çelebi “Bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı herkes bunu okuyacak ve ilâhi gerçekleri ilk elden öğrenecekti" dediğinde Mevlana sarığının katları arasından bükülmüş bir kâğıt uzatır genç dostuna. Bu kâğıtta Mesnevi'nin ünlü ilk 18 beyti yazılıdır ve hoca, müridine şöyle der: "Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim."

 

O günden itibaren Mevlana’nın gönlünden kopan beyitler hiç atlanmadan kayda geçirilmiş, yaklaşık 25 bin beyitten oluşan Mesnevi’nin yazımı on yıl kadar sürmüştür.

 

        Dinle! kelimesiyle başlar o ilk on sekiz beyit. O kelimede yürekten gelen bir çağrı vardır.

 

        Dinle ki sükûna kavuşasın. Hakikati bulunca her şey sükûn bulur. Sen de hakikat karşısında suskun ol ki sükûna eresin. Hem teskin olasın, hem teselli bulasın.

        Dinle.  Zira sen dinlemek üzere yaratıldın.

 

        Ya Ölüm? Ölüm daima seni korkutan, muhakkak yaşanacak bir gerçek olarak hep böyle karşında mı duracak? Rahimden Rahim’e sevk edilirken bu korku ve endişe niye? Merhametlilerin en merhametlisine gidiş böylesi korku ve endişeyi hak ediyor mu? Şimdi sana söylenen ve senin de işitmekten kaçındığın hakikatleri orada açıkça işitince burada dinlemediğine hiç mi üzülmeyeceksin?

 

        ‘Dinle’ hitabını sadece baş kulağınla işitme. O zaman bu sesleniş sana vızıltı gibi gelir. Dinlemek için niyet lazımdır. Niyetin yeri ise kalp sahasıdır. O halde sen de kalbini vererek can kulağıyla beni dinle.

 

        Meğer kudret, ayrılığı en güzel şekilde anlatmam için ayrılık ve çileyi bana revâ görmüş… Ben hem vuslatı, hem firkati, hem derdi, hem dermanı aynı anda yaşarım. O sebepten feryadım cümle âlemi tutmuştur.

 

        Herkes kendi anlayışına göre benim yarim oldu. Çoğu kişi anladım zannıyla içimdeki sırları araştırmaya lüzum görmedi. Ona sorsan, “Onu bilir tanırım, çok beraberliklerimiz oldu, bir hayli vakit geçirdik” der ama sırrıma aşina olamadı... O idrakle bakmadı. Kibir, haset, benlik ve şehveti, idrakine mani oluyordu, bu sebepten sırrımı bir türlü bilemiyor, neyden çıkan nağmeyi neye ait zannediyordu.

 

        Mükemmel insan olması için Allah’ın o insana verdiği birtakım sıkıntı ve belâlar vardır. O sıkıntı ve belaları güzel aşıyorsa, başına gelenlere razı oluyorsa, o zaman o kader onu iyiye, güzele götürecektir. Ama insan bir sıkıntı karşısında “Aman benim başıma niye böyle şeyler geldi” deme seviyesindeyse, o sıkıntı ve bela onu olgunlaştırmayacak, ham bırakacaktır.

 

        Dinle… Beni böyle söyleten sırrın sebebini merak eden, öğrenmek isteyen kişi, dinle… Duyabildiğin, işitebildiğin, dokunabildiğin, koklayabildiğin, tadabildiğin, madde aleminde farkına vardığın her ne varsa muhakkak içinde bir mana barındırır.

 

        Mesnevi’yi okuyan iyiliğe erişir. İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı, iyiliğe kötülük şer kişinin kârı imiş. Mesnevi’yi okuyup anlayan ve yaşayan kişi, kötülüğe iyilik edecek bir olgunluk düzeyine ulaşır.

 

        18. beyit şöyle biter:

 

        Ham olanlar, pişkin ve olgun olanların halinden anlarlar mı? Mademki anlamazlar, öyleyse sözü kısa kesmek lazım vesselam.

 

Mesnevi Mevlana’nın Yaradan’a ulaşma yolculuğunda müritlerine çizdiği yoldur. O yol sayesindedir ki, Anadolu topraklarında pek çok tarikat zaman içinde eriyip giderken Mevlevilik, Batılıların tabiriyle Sufilik, hâlâ ve giderek artan bir hızla dünya üzerinde yayılmaya devam ediyor.

 

Mesnevi’de pek çok öğütle de karşılaşırız. Bu öğütler kimi zaman hayvanları, kimi zaman çevremizde olup bitenleri konu alan sembolik kıssalar şeklinde çıkar karşımıza. Size birkaç örnek vereyim:

 

Birisi hileyle tuzağa bir kuş düşürdü. Kuş ona dedi ki:

“Ey ulu hoca,

Sen birçok öküzler, koyunlar yedin… birçok develer kurban ettin.

Dünyada onlarla bile doymadın... Benimle de doymazsın sen!

Beni bırak da sana üç öğüt vereyim… Bak bakalım aptal mıyım, akıllı mıyım?

Birinci öğüdü elindeyken vereyim, ikincisini samanla karışık balçıktan yapılma damının üstünde, üçüncüsünü de ağacın üstünde veririm.

Bu üç öğütle bahtın iyileşir…

Elindeyken vereceğim öğüt şu:

        ‘Olmayacak söze, kim söylerse söylesin inanma!’

İlk öğüdü verdiğinde azad oldu, damın üstüne konup dedi ki:   

‘Geçmiş gitmiş şeye gam yeme… Fırsatı kaçırdın mı ağlaşma artık!” Ardından ekledi… ‘Şu küçücük bedenimde on dirhem ağırlığında değerine paha biçilmez bir inci var. O inci senin hakkındı. Fakat kısmetin değilmiş kaçırdın... Bir daha öyle bir inci dünyada bulunmaz…’”

Adam, doğum yapan gebe kadın gibi feryat etmeye başladı.

Kuş dedi ki:

“Sana biraz önce ‘Geçmiş gitmiş şeye gam yeme demedim mi?’ Mademki geçip gitti, neden gam yersin? Ya öğüdümü anlamadın, yahut da sağırsın sen!

Sonra, bir de sana ‘Sapıklığa düşme, olmayacak söze, kim söylerse söylesin inanma’ demedim mi? Ben kendim üç dirhem gelmem aslanım… İçimde on dirhemlik inci nasıl olurmuş?”

Adam kendine geldi, hadi dedi, o üçüncü güzel öğüdü de ver bakalım!

Kuş dedi ki:

“Allah için ilk ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü sana bedava vereceğim ha!

Unutma…

Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır…”

 

Mesnevi’nin bir başka yerinde, bu kez öğüdü bir vaiz verir camide.

 

Hoca temiz kişilere hiç dua etmez, kötülerden başkasına duada bulunmazmış. Ona “Hiç böyle bir adet görmedik… sapıklara dua etmek mürüvvet değildir” dediler.

Hoca da dedi ki: “Ben onlardan iyilik gördüm. Bu yüzden onlara dua etmeyi adet edindim. Bana o kadar kötülük yaptılar, o derece zulmettiler ki nihayet beni şerden kurtardılar, hayra ulaştırdılar.

        Ne vakit dünyaya yöneldimse onlardan eziyet gördüm, meşakkat çektim, dayak yedim. Bu yüzden de iyilik tarafına kaçtım… Beni o kurtlar yola getirirlerdi. Benim iyiliğime sebep oldular…

        Ey aklı başında adam, bu yüzden onlara dua etmek, boynumun borcudur benim.

       

 

 

 

 

Şems ve Mevlana

 

Mevlana ile Tebrizli Şems yalnızca iki kez buluşabildiler hayatları boyunca, yalnızca birkaç yılla sınırlıdır birliktelikleri. Ama her zaman öyle değil midir? İlahi ışık yalnızca bir an dokunduğu yeri yakar da geçer. Birlikte geçen sürenin ne önemi var?

Mevlana tek başına bir hazinedir, bilgedir, kâmil insandır. Ama yüreğinin derinliklerinde hissettiği ve kendisinin de söylediği gibi henüz yeterince ‘olmamıştır’ Şems’le tanışana kadar.

Nasıl anlatsam…

Bir an için kışın ayazda tek başına ormanda yürürken kaybolduğunu düşün. Neredeyse donmak üzeresin. Derken bir kulübe çıkıyor karşına. Son bir umut kapıyı açıp giriyorsun içeri. Bir de bakıyorsun ki, çıralar, odunlar yan yana dizilmiş, koca bir şömine hazır bekliyor seni.

 

Peki, nasıl yakacaksın o odunları, nasıl başlatacaksın o ilk ateşi?

İşte Şems o ilahi aşkın, ateşin ilk kıvılcımıydı.

 

Her gördüğünü, her söyleneni yüreğiyle kavrayabilen, her ayrıntıyı sorgulayan, ezbere dayalı bilgilere, boş lâflara değer vermeyen özgür ruhlu bir dervişti Şems. Sahte şeyhlerin, ermiş olduğunu iddia edenlerin başlarındaki sarıktan, büründükleri süslü kaftanlardan ziyade, kafalarının içinde ne olduğuna bakar, her seferinde hüsrana uğrayıp yoluna devam ederdi.

 

“Bir gül kadar güzel ol; ama dikeni kadar zalim olma. Birine öyle bir söz söyle ki, ya yaşat ya da öldür; ama asla yaralı bırakma” dediği rivayet edilir.

 

        Bir bakıma susuz çöllerde vaha arayan bir bedeviydi Şems. Ne zaman ki Mevlana ile karşılaştı, o zaman parladı gözleri. “Senin gönlün değişirse dünya değişir” dedi Mevlana’ya. Birlikte halvete girdiler günlerce. Dünya âlem bir yana, zamanı durduran Şems ile Mevlan yürek yüreğe derin sohbetlerde ruhlarının derinliklerinde ilahi aşkı keşfettiler. Mevlana’nın Şems’e değer vermesini kıskandı bazı müritleri. “Isıracaklar, saldıracaklar. İnsanoğlu bütün insanları bir hizada, tıpkı kendileri gibi görmek istiyor. İnsan, sevgisi kadar acı çeker” diyerek bu baskıya karşı çıktı Şems.

 

İşte o zaman yandı Mevlana’nın ateşi!

 

Ne yazık ki bu beraberlik beklendiğinden kısa sürdü. Şems-i Tebrizi’nin yokluğunda Hz. Mevlana çok sarsıldı. Nitekim ‘Her şeyi anlayan, idrak eden akıl bile, dostların ayrılığı ile yayı kırılmış okçu gibi şaşırır kalır’ diyerek yıllar sonra bu duygularını Mesnevi’sinde dile getirdi.

 

İşte o buluşmalardan sonra ışığıyla karanlığı aydınlattı, ateşiyle gönülleri tutuşturdu Mevlana.

 

  

 

Mevlana’dan kaza ve kader üzerine

 

        Mevlana’nın babası, Sultan-ı Ulema Bahaüddin Veled “Ey insan, neyi arıyorsan sen o’sun” demiştir.

       

        “Bir şey sizin için çok hayırlı olduğu halde siz ondan tiksinip istemeyebilirsiniz. Bir şey de sizin için şer olduğu hâlde onu sevip isteyebilirsiniz. “

 

         İlk bakışta bir bilmece gibi gelir bu kutsal sözler insana. Oysa, düşünecek olursak, kendi hayatımızda nice örnekler buluruz bu anlatılanlara. “Hayırlısı olsun” sözü bu nedenle söylenir hep. Çünkü istediğimiz ya da istemediğimiz şeyin hayırlı mı, şer mi olduğunu bizler bilmeyiz.

 

        Mevlana, Mesnevi’sinde kaza ve kaderi şöyle açıklar müritlerine:

 

        Bu âlemin direği gafletten ibarettir…

        Önce koş... Koş da sonunda dayak ye!

        Sen, bir işe el atar, o işe iyice sarılırsın...

        Bu yıkık dünyada devlet sahibine eşekçesine ölümden başka hiçbir şey yoktur!

        Sen, bir işe el atar, o işe sarılırsın…

        O işteki ayıp ve noksan sana örtülüdür.

        Kaza seni gece gibi sarsa da elinden tutacak olan yine O’dur. Seni emin kılmak için Allah'ın bela ile korkutmasını da bir çeşit yardım bil.

 

        Kimbilir, belki de elde etmek için koşup durduğun saadet, sana gelen gamın, kederin içinde gizlidir.

        Ey delikanlı, sana gelip çatan bir musibete hemen bela deme, belki de sana felaket gibi görünen olaylar, senin mutluluk yıldızındır, sana neşe getirmiştir, sen bilmezsin.

Allah senden o işin ayıbını örttüğünden canla başla o işe girişebilirsin.

        Hararetle sahip olduğun fikrin de ayıbı senden gizlidir.

        Sana o fikirdeki ayıp ve kusur görünseydi ondan kaçardın. Canın, bu fikirle aramda keşke doğudan batıya kadar uzaklık olsaydı der!

        Nihayet ondan usanır, pişman olursun ya… Bu hal, daha önce olsaydı hiç ona koşar mıydın?

        Şu halde kaza ve kadere uygun olarak o işe girişelim diye önce ondaki ayıbı, kusuru bizden gizlemiştir.      

        Kaza ve kader hükmünü gösterince göz açılır, pişmanlık gelir çatar!

        Bu pişmanlık da ayrı bir kaza ve kaderdir…

        Pişman olmayı kendine adet edinirsen boyuna pişman olur durur, en nihayet bu pişmanlığa da daha ziyade pişman olursun!

        Ömrünün yarısı perişanlıkla geçer, öbür yarısı da pişmanlıkla heba olur gider!

        Bu fikri, bu pişmanlığı terk et de daha iyi bir hal, daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara!

        Elinde daha iyi bir iş yoksa pişmanlığın neye?

Neyi kaçırdın da pişman oluyorsun?

        İyiyi bilmedikçe kötüyü bilemezsin… Ey yiğit kişi, zıt zıddiyle görülebilir.

        Aciz olduktan sonra pişmanlık neden?

        O acizlik, kimin takdiriyle, onu ara!

        Unutma…

        O işlediğin ayıp ve noksan sana görünseydi canın o araştırmadan kaçıverirdi!

        O işin ayıp ve noksanı belli olsaydı seni o işe hangi fani götürebilirdi?

Düşün!

Ey sırları bilen güzel gözlü Rabbim, kötü işlerin ayıbını, noksanını bizden gizleme! İyi işleri de bize ayıplı gösterme de o işe gidelim sarılalım… Çalışmamız heba olmasın, gayretimiz soğumasın.

 

 

 

 

Mevlana’dan hoşgörü ve paylaşma üzerine

 

Bir başkasında gördüğün ayıp ve kusur sende yok diye kendine güvenme! Ola ki o ayıbı bir gün sen de işlersin.

 

        Eğer ki sen, insanların ayıplarını gören iki gözünü kapatırsan, ancak o zaman öteki alemi gören mana gözün açılır, yoksa hep kör olarak yaşar, öteki aleme de kör olarak gidersin.

 

        Dünyada ve ahirette, yani her iki alemde de kurtuluş bil ki edeptir. Mesela sana birisi yalan söylüyor, bunu da biliyorsun; madem ki o yalancılık seviyesine düşmüş, suçunu yüzüne vurup hakaret etmemek, ondan kaçmak edeptir.

 

Mesnevi’sinde müritlerine böyle seslenir Mevlana. Ve her ırktan, her cinsten, her yaştan,  binlerce insana hoşgörü yüklü bir çağrı yapar:

  

Gel, Gel, ne olursan ol, gel!

İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel!

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.

Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da yine gel!

 

        Ve birliğe, sevgiye, eşitliğe odaklı felsefesini en özlü şekliyle şöyle yansıtır bir başka beytinde:

       

Ne ben benim ne sen sensin ne sen benim

Hem ben benim hem sen sensin hem sen benim

 

 

Sri Lanka’nın Tamil ormanlarında doğup büyüyen ve yıllar sonra da Amerika’ya göç eden ünlü Sufi Bawa Muhyiddin de şu sözlerle Mevlana’nın ‘kâmil insan’ tarifine ortak olur:

 

Kâmil insan önemli olanın kendi hatalarını düzeltmek olduğunu bilir, kemale ermemiş olanlar ise başkalarının hatalarını bulmaya uğraşır.

İmanı güçlü olanlar kendi kalplerini arındırmanın önemini bilirken, diğerleri başkalarının kalplerinde, dualarında kusur arar. Bunu alışkanlık haline getirmişlerdir.

 

Lübnan doğumlu Amerikalı şair, filozof Halil Cibran ise farklılıklara gönlünü nasıl açtığını şöyle anlatır:

 

 Caminizde saygıyla eğildiğiniz, tapınağınızda diz çöktüğünüz, kilisenizde dua ettiğiniz zaman hep aynı şekilde seviyorum sizi. Çünkü siz ve ben tek bir dinin çocuklarıyız ve o bizim ruhumuzdur, özümüzdür.

 

Hoşgörülü insanın bir erdemi de kendinde olanı başkalarıyla paylaşmak, elindeki verebilmektir. Bir gönül zenginliğidir bu.

 

Her daim dünya nimetlerinin peşinden koşan insanlara şöyle seslenir Mevlana:

 

        Ey gafil, ey yalancı adam, içindeki fesatlık ve kötülük kokusu nefesinden duyulmakta, derdin, kederin başında, yüzünde apacık gözükmektedir. Bitmez tükenmez bir savaş yeri olan dünyada her türlü kokuyu alanlar, kokudan anlayanlar da var! Kendine güvenip herkesi aptal zannetme. Gül reçeli yedim diyorsun, ama nefesinden sarımsak kokuları geliyor.

 

        Gerçek insan olmak için mal, mevki, yemek, içmek gibi şeylerin üzerine çok düşme ki onların kölesi olmayasın.

 

        Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar iyiliğe ermiş olmazsınız. Ne de olsa bir yere bağlı olanlar, varacakları yere varamazlar. Eldekiyle kanaat edebilmektir asıl olan. Kanaat edebilmek, elindekiyle yetinmeyi bilmek, gerçekte ne tükenmez bir hazinedir. Kanaat yerine, hazineyi zenginliği malda aramak boştur. Dünyada haline şükredebilmek için maddi imkan bakımından senden daha aşağıda olanlara bakmak gerek. Ahirette yükselmek için ise senden daha yücelere, daha olgunlara bakacaksın.

 

       

 

 

Mevlana’dan sabır ve tevekkül üzerine

 

       

         Mevlana’nın Mesnevisi sabır ve tevekkül üzerine bilgece deyişlerle doludur:

 

Ey hafif bir şeyden kırılan, incinen sırça gönüllü! Sen sabrın zevkini nereden bilirsin? Sabır, sırat köprüsüne benzer. Cennet ise karşı taraftadır. Cennete ulaşmanın yolu sabretmektir. Her güzelin yanında çirkin bir lala vardır. Laladan kaçarsan, güzeli de göremezsin. Çünkü lala, güzelden hiç ayrılmaz.

 

İster yavaş gitsin, ister acele koşsun, arayan aradığını elbette bulur. Bazen kapıya kadar gelinse bile içeri kabul edilmek zaman alır. Bunu da olgunlukla karşılayıp sabır göstermek gerek.

 

        Musibetlere, felâketlere, sıkıntılara sabır etmek tasavvufun bir gereğidir. Asıl tespih de sabırdır. Allah sabırlı olanlarla beraberdir.

 

Kederlenme. Kaybettiğin her şey bir başka şekilde sana döner.

 

Her şey üstüne gelip seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde sakın vazgeçme, çünkü orası gidişatın değişeceği yerdir.

 

Kaza ve kadere iman sabrın ilacıdır.

 

Unutma! İnsanın dili şikâyete alıştı mı bir kere, ruhu daralmaya, gönlü sıkılmaya başlar. Ama içini ferah tutarsan, şikâyetlenmeyi bırakırsan, şükretmenin, olumlu düşünmenin bir yolunu bulursan, gönül evin de bir o kadar genişler.

 

Tevekkül:

 

        Tevekkül insana bahşedilen en büyük armağandır. Bir bakıma kaza ve kadere iman etmektir tevekkül. Korku ve endişe dikenlerini koparıp atmak, çevremizde olan bitene aldırmadan elimizden geleni yapmak anlamında söylenmiştir. Biz tedbirimizi alırız. Her türlü mücadelemizi hak yolundan sapmadan yaparız. Gayret eder ve çalışırız. Ama biliriz ki sonuç bizim için hayırlıdır. Bizim istediğimiz gibi olsa da olmasa da.

 

        Şükretmek de tevekkülün bir başka şeklidir. Şükür Allah’ın verdiği nimetlerin, güzelliklerin değerini bilmek, minnetini şükranını ifade etmektir. Hamd ise kâınattaki tüm varlıkların niteliklerinin Allah’ın tecellisi olduğu gerçeğini ifade eden bir kavramdır. Yani sevinç halinde de, üzüntü ve sıkıntı halinde de hamd edilebilir. Yani, hamd, şükürden daha geneldir. Allah’tan gelen iyi ya da kötü her şeyi, onda bizde malum olmayan bir hayır olduğu inancıyla kabul etmektir.

 

        Bir nefes alıp vermede iki nimet vardır.  Nefesi alırken şükrettiğimiz kadar o nefesi sağlıkla verebilmek de önemlidir.

 

Kanuni Sultan Süleyman da şöyle anlatmıştır sağlığın ve ona şükretmenin önemini:

 

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
        Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi”  

 

Daha sade bir anlatımla:

 

“Halk içinde devletten daha itibarlı bir şey yoktur
        Dünyada sıhhatli bir nefes gibi devlet yoktur.”

       

                                                              

 

 

 

 

Mevlana’dan ney üzerine

 

        Ney aslında, “Benim sırrım feryadımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek nur, onu işitecek kudret yoktur” der Mevlana.

 

Zira Mevlana’nın felsefesinde ney, kâmil insanın da bir sembolüdür. Aşk derdiyle yanıp tutuşur, inleyip durur. Tıpkı Yaradan’ın ‘üflediği nefesle’ hayat bulan insanlar gibi…

Geldiği yere özlem duyan ve delik deşik olmuş sinesinden çıkan feryat ile insanlara sırlar fısıldayan bir dosttur ‘ney’. Bu sebeple, Şeb-i Arus’un da ayrılmaz bir parçası olmuştur.

        Sesindeki bu garip hüzün ise özlemdendir.

        Bir zamanlar sığ sularda huzur içinde yaşarken, yetiştiği kamışlıktan kesilerek ayrılmış, yetim kalmıştır.

        Önce içini boşaltıp iyice kurutmuşlar, sonra usta ellerle delikler açmışlar gövdesinde. Bir de açılan o delikleri aşk ateşiyle dağlamışlar. Aslında içi boş bir kamış parçasıdır ney. İçindeki boşluk neyzenin nefesiyle dolar.        .

İnlemesi, feryat etmesi bundandır… Aslında Yaradan’a seslenir ney her seferinde.

Ayrılık acısı, vuslat özlemi vardır her inleyişinde…

 

“Dinle neyden çün hikâyet etmede… Ayrılıklardan şikâyet etmede…” dizeleriyle başlar Mesnevi. Ve şöyle devam eder.

 

                Dinle şu neyi, bak neler neler söylüyor

                O, yüceler yücesinin sırlarını anlatıyor,

                Yüzü sarı, içi boş, başını havaya vermiş de

                Dilsiz sözsüz, ‘Hüda, Hüda’ diyor.

       

Geçmek için aşk derdinin şerhine,

İsterim hicranla yanmış bir sîne

Uzak düşen aslından ve yurdundan,

Yâd edip dem vurur geçmiş zamandan

 

 

 

 

 

Mevlana’dan nefis üzerine

 

        

        Bakın ne demiş eşsiz halk şairi Yunus Emre:

 

          “Beni bende demen, bende değilem.

          Bir ben vardır, bende benden içeru.

 

        Yunus Emre ‘bir ben vardır, bende benden içeri’ derken cismani varlığımızın ötesindeki manevi varlığımıza yani özbenliğimize dikkat çekiyor. Tasavvufi düşünce, temelini işte bu özbenliğin üzerine kurmuştur. Bizleri diğer canlılardan ayıran en önemli özellik, ruhumuzun ölümden sonra varlığını sürdürüyor olması.

O ruh, bizler hayattayken içinde bir de nefsimizi taşıyor. İşte bize tüm o günahları işleten, hayatımıza yön veren, denetim altına almak için mücadele ettiğimiz, kâh yendiğimiz, kâh yenik düştüğümüz hep o nefsimizdir.

 

Kalp aydınlanırsa gönül olur der Mevlana ve bunun için de,

 

                Hakk’ı arar isen gönlünde ara,

                Kudüs’te, Kâbe’de, Hac’da değil

 

diyerek önce nefsimizi işaret eder.

 

Mevlana şöyle devam eder Mesnevi’de:

 

Akıl, iki akıldır: Birincisi kazanılan akıldır. Sen, onu mektepte çocuk nasıl öğrenirse öyle öğrenirsin.

Kitaptan, üstattan, düşünceden, manalardan, güzel ve dokunulmadık bilgilerden…

Aklın artar, başkalarından daha akıllı olursun... Fakat bu ezberlemeyle de ağırlaşır, sıkılırsın!

Öbür akıl, Tanrı vergisidir. Onun kaynağı candadır.

Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne kokar, ne eskir, ne de sararır!

 

Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol, sus, konuşma… topallar mahallesinde dimdik yürüme.

                                                                        

Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyuna benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler.

 

        Eğer sana bir diken battı, bu dikenle yaralandın ise, o dikeni günün birinde mutlaka kendin dikmişsindir. Eğer ipekli, güzel elbiseler içerisindeysen, mutlaka o kumaşı da zamanında kendin dokumuşsundur.

 

        Sana bir yerden sıkıntı, keder gelirse bil ki zulüm etmiş olduğun bir kimse uğradığı mihnet içinde sana beddua etmiştir.

        Sen kendi kendine dersin ki ben böyle bir şey yapmadım. Kimseye böyle bir kötülükte bulunmadım. Başka bir şekilde günaha girmiş, kötülük tohumu ekmişsindir. Ektiğin tohum aynıyla yeşermez ki. Yaptığın işe, çektiğin zahmete, döktüğün alın terine karşılık verilen ücret, yani aldığın para, çektiğin zahmete, emeğine benziyor mu? Benzemiyor, ama yaptığın işin karşılığı. Her şey bunun gibi. Her an sana gelip çatan bu dertler, bu belalar, senin yaptıklarının cezasıdır, karşılığıdır işte.

 

        Aklını başına al da, işini ona göre yap. Doğruluktan, iyilikten ayrılma. Düştüğün zahmetin, çektiğin acının sebebi senin kötü hareketindir. Kötülüğü, içine düştüğün felâketi, kaderinden, bahtından değil, yaptığın yanlış işlerden bil. Her şeyi kaderinde değil kendinde ara, kendinde bul.

 

        İnsanlar dillerini şikâyete alıştırdıkları zaman içleri daralmaya başlar. Daralma ve sıkıntı başlar. Gönül daraldıkça her dert olduğundan büyük gözükür. Gönlü geniş, gönlü ferah olanın derdi de az olur.

 

        Şeytan sadece bir aynadır. Sen çirkinsen çirkinliğini aşikâr eder, güzelsen güzelliğini aşikâr eder.

 

        Riya, kibir, yalan, övünme, asılsız dedikodu gibi bütün fenalıklar hep kulluğu yapamamaktan, kendimizi aradan kaldıramamaktan ileri gelir.

 

        Kibirli, kendini beğenmiş, görünüşte çok kuvvetli fakat aslında çok zayıf olan insanlar vardır. Bu zayıf insanlar görünüşte olaylara son derece hakim, her şeyi kendisi yönetiyormuş gibi görünse de ufacık bir hadise onları yere yıkar. Bırakın zelzeleleri, ufacık sarsıntılara bile dayanamazlar.

 

        Kızmayacak, kırılmayacak, alınmayacak, darılmayacak, sinirlenmeyeceksin.

 

        Doğal zorluklardan sakınabilirsin, yazın, kışın, yağmurun, selin getirdiklerine göre hazırlık yapabilirsin. Ancak, cahillerin, gözü bağlanmış ukalaların, dar görüşlü ulemanın, fena niyetli kişilerin sözlerinden kurtulmak zordur. Bu yüzden, böyle durumlarda sohbet ortamlarından uzak durmakta hayır vardır.

 

  

 

 

Mevlana’dan sevgi, dostluk ve düşünce üzerine

 

KOR adlı romanımda Azeri Profesör Rustam Akmatova yeğeni Mustafa’ya şöyle seslenir rüyasında:

“Unutma yeğen! Sana bir diken battı da yaralandıysan, o dikeni geçmişte sen dikmişsindir. Başkası değil… Zerre kadar hayır yapsan o kadar hayır bulursun, ne kadar şer yaparsan o kadar da şer bulursun. Unutma yeğen, ne düşlersen sen o’sun!”

Ve şöyle devam eder uyarmaya:

“Her iyi niyetle yaklaşana sırt çevirirsen, her doğru söyleyene surat asarsan, önüne gelen her fırsatı tepersen işte böyle kalırsın tek başına.”

 

         Akmatova’nın dile getirdiği uyarıların kaynağı aslında Mevlana’nın öğütleri, özlü sözleridir. Bu engin kaynakta insanlık hallerine dair nice değerli söz bulursunuz. İşte Mevlana’dan sevgi, dostluk ve düşünce üzerine birkaç söz:

 

Buluştuğun herkesten manevî bir gıda alırsın, manevî bir şey yersin. Kavuştuğun her güzel dosttan da bir şeyler alırsın.

 

Vedalar gözüyle sevenler içindir; çünkü gönülden sevenler için ayrılık diye bir şey yoktur.

        

        Aslında insanın aradığı her şey, her şekil, her suret sadece düşüncelerden meydana gelir. O nedenle, iyi güzel şeylerden başka bir şey düşünme! Çünkü düşünce, suret dokumasının ipliğidir.  

 

Boş yere kimsenin kalbini kırmayın. Hele o kişi sizden daha zor durumdaysa ayrıca ihtimam gösterin. Bir insanın hatasını yüzüne vurmak, hele başkalarının yanında küçük düşürmek kâmil insanın yapacağı iş değildir.

                          

Ağızdan çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir. O ok gittiği yerden geri dönmez.       

 

        Dinle, eğer duydukların seni senden alıyor, benlik dairesinden bir müddet alıkoyuyorsa, anla ki bu nağmeler, bu sohbetler, bu sözler tamamıyla aşkın eseridir.

 

        Dinle! Bak, işiteceksin ki sana fazla gelen bu sözler mana denizinin balıklarını nasıl da iştahlı kıldı… Neydeki nağmeler, kamillerdeki haller ve sözler o deryanın sahile vuran dalgaları gibidir. Denizde dalgalanmayı gören ile o denizin derinliklerinde inci mercanı bulan aynı mıdır? Çeşme resmini görenle, suyu içen bir olabilir mi?

 

        Bir müminde gördüğün ayıp ve kusur sende yok diye kendine güvenme! Olabilir ki o ayıbı bir gün sen de işleyebilirsin.

 

 

  

Mevlana’dan Yaradan ve Tasavvuf üzerine,

 

        Tasavvufun amacı, nefis ve ruh mücadelesini ruhun lehine sonuçlandırarak ‘kâmil insan’ mertebesine ulaşmaktır.

 

        Bu yolda yürümek isteyenlere az yemeleri, az uyumaları ve az konuşmaları tavsiye edilir. İnsanın az yemesi ve az uyuması nefis terbiyesinin önemli bir adımıdır. Az yiyen, az uyuyan insan, zihnini ve yüreğini, ruhunu geliştirmeye daha iyi odaklanabilir. Tasavvuf terbiyesi almış bir kişi gerekli gereksiz her konuda konuşmayı değil, dinlemeyi tercih eder. Zira kendinden daha derin bilgilere erişmiş insanlardan öğreneceği çok şey olduğunu bilir. Susabilmek iyi dinlemenin ilk adımıdır. İyi bir dinleyici olabilmek için de iyi bir kulağa ve dinlediğini anlayıp etkilenecek bir kalbe sahip olmak gerektir.

 

        Nitekim Mevlana şöyle der:

 

        Bahar gelmekle taş yeşermez. Ancak yumuşak toprak yeşerir. Sen de taş gibi katı kalpli olma. Toprak gibi yumuşak ol ki, senin de kalbine, bir bahar güneşi gibi, bir arif ve kâmilin güneşi gelirse sende de nice güzellikler yeşersin.

 

        Ve şöyle devam eder Mesnevi’sinde:

 

Zaten her bilen kişi, aklen bilir ki hareket edenin bir hareket ettiricisi vardır. Sen onu gözünle görmüyorsan, eserleri görünüyor ya…

        Onlara bak da anla!                                                                                                                                

Güneşin duvara düşen nûru, yine güneşe gider. Sen duvara düşen nûra değil de, o nûru düşürene, yani güneşe git; sana lâyık olan odur. 

 

Taoizm’in kurucusu olarak bilinen Laozi adlı Çinli bilgenin güzel bir sözü vardır:

 

Dağları aşıp uzaklara gitmek isteyenler, yolculuklarına tek bir adım ile başlar.

 

İşte bizler de içsel yolculuğumuza çok mütevazı bir adımla, en azından geçmişimizle yüzleşerek başlayabiliriz.

 

Hani dervişlerden birine ‘Sen eremezsin’ demişler. O da, “Olsun, yolundayım ya” diye cevap vermiş.

 

O hesap!

  

 

 

Dua etme ve günahlardan arınma üzerine

 

Konu iman etmek olduğunda... İş sevgiye, gönül zenginliğine, ilahi aşka gelince, her şey bambaşkadır. Günahlardan arınmak, bağışlanmak isteği söz konusu olduğunda, yüreğinin en derin yerinden içtenlikle yakaran herkese bir kapı açılabilir.  O ilahi aşkın gücü öylesine uçsuz bucaksız, öylesine kucaklayıcıdır ki, her insan kendi ışığını yakabilir.

 

 Rabbim yeryüzünün tüm insanlarına, bu eşsiz hazineyi bahşetmiş. Hiç kimse yoktur ki, içinde bu sevginin bir katresi olmadan doğsun.

 

Yaradan’ın sarsılmaz adaleti de işte tam buradadır.

 

Allah, aşk ateşinin tohumlarını kullarına eşit dağıtır. Kim ki gönül kapılarını ardına kadar açar, Yaradan’a tüm varlığıyla iman eder, sevginin sonsuz gücüne inanır, o hem kendi gönlünü, hem çevresini aydınlatır. Bu ışığın, bu ateşin içinde kötülükler yok olur gider.

 

Günahları gerçek bir pişmanlık, yürekten bir tövbeyle bağışlanır… O kapı samimiyetle çalmayı bilen her kula açıktır…

İlahi aşkın ateşi hayata anlam katar, onu zenginleştirir. Kimileri kendi ışığını göremez, bazen de gördüğü halde onu kendi elleriyle köreltir, karanlığı tercih eder.

 

        Bir insan, günah işlediğini, vicdanının tarifsiz bir azapla kavrulduğunu hissetmeye başlamışsa, onun için bir ümit var demektir. Artık içindeki ışığın farkına varmıştır.

 

O kutsal gücü, yani sevgiyi siz isteyeceksiniz!

 

Yaradan’la gönül bağınızı nasıl kuracağınızı, bağışlamanın, şükretmenin şifasını; tevekkülü, yani elinizden geleni sonuna kadar yaptıktan sonra hayatın akışına teslim olmanın erdemini nasıl keşfedeceksiniz, ona aklınızla, yüreğinizle sizler karar vereceksiniz!

 

 Kul olmayı ne zaman öğreneceğiniz, hangi gönül kapılarını açıp, hangi ödüllere kavuşacağınız artık size kalmış…’ her kulun her zaman günah işleyebileceği,  bilinmezlerle dolu bir oyundur hayat. Önemli olan yapılan hatalardan ders çıkarabilmek, varsa geçmişin borçlarını ödemek, sonra da Yaradan’ın bağışlayıcılığına sığınıp af dilemektir. 

 

Gönülden gelen her dua yerini bulur. Allah esirgeyicidir. Allah bağışlayıcıdır. Yeter ki gönlünüz temiz, duanız samimi olsun.

 

 

  

Sema Üzerine

 

Semazenlerin ardı ardına semaya kalkışı, ilahi aşkla tutuşan gönüllerdeki imanın her adıma, her dönüşe yansıması…

 

Manevi aleme yapılan bir yolculuktur Sema. Hayat yolculuğunun içinde çok özel bir yolculuktur bu. Aşkın merkezine giden yolda, bu yolu seçmiş, kendilerini bu yola adamış gönül insanlarının, semazenlerin içsel yolculuğu...

       

        Sema bir aşk meclisidir. İnsanların dönüp durduğunu sanır dışarıdan bakanlar, aslında ete kemiğe bürünmüş benliğinden, varlığından vaz geçerek, Allah’ta var olma zevkini tatmaktır.

 

Semazenler, her defasında etekleri dört bir yana savrularak, ölmeden önce öldüm ve sana geldim ey Rabbim der gibi aşkla dönerler sema sırasında.

 

Nefsin simgesi siyah cübbelerinden soyunur ve kefeni temsil eden bembeyaz tennureleriyle ilahi aşkın ateşinde tutuşur semazenler…

 

Semanın kendisi ancak tadanların bileceği bir sırdır. Anlatılabilecek olan tarafı ise sadece şeklidir.

 

Sema bir aşk efsanesidir. Ney bu efsaneyi dile getirir. Sen neyin sedasını duyuyorsan, anla ki ona nefes veren bir neyzen vardır. Nefes gizlidir. Ama çıkan ses herkesçe duyulur. Sema, ney, neyzen bu aşk meclisinin bütününü temsil ederler.

HASAN SARAÇ'ın

ESERLERİ