Rüyalar,rüyalar

Rüyalar


Rüyalar Hakkında Merak Ettiklerim

Rüyalarla ilgili bilinmeyen ne çok şey var!

Yolun başında bu merakımı giderecek daha popüler, basit dille yazılmış eserlerle ilk bebek adımlarımı atmaya başladım. Bu kitaplarda aradığım cevaplar daha çok işin alfabesiyle ilgiliydi. Yavaş yavaş kafamda bir şeyler oluşmaya başlamıştı.  
Daha sonra bu alanın teorik altyapısını geliştiren Freud, Jung, James Hillman, Irvin Yalom gibi ünlülerin kaleme aldığı ya da onlar hakkında yazılan kitapları okurken, bu sefer rüyaların tarihine, dünya yüzünde yaşamış toplulukların, gelip geçen medeniyetlerin rüyalarla olan ilişkilerine merak sardım.

Ben bir amatörüm.

Ne bilimsel bir eğitim aldım ne de bu konularda iddialı olacak halim var. Buna karşılık belki başkalarında olmayacak küçük bir avantajımın olduğunu düşünüyorum…

Ben attan düştüm! 

Yüzme bilmeden denize girmek zorunda kaldım!

İş hayatımın girdaplarında su yüzünde kalmaya çalışırken sürekli rüya görüyor, kendini tekrarlayan bu bilinçaltı mesajların çoğunu net bir şekilde hatırlıyor, ancak hiçbir anlam veremiyordum.

Havaalanlarında kaybolan valizler, çantalar…

Terminallerde sırra kadem basan cüzdanlar, biniş kartları…

Yanlış bir kapıdan çıkıp bir türlü yeniden geriye dönememek…

İstasyon maceraları…

Yabancı bir şehirde yürürken aniden kırlara, doğaya uzanan yollarda kaybolmak…

Veee telefon kâbusları:

  • Telefonun tuşlarına sürekli hatalı basmak
  • Tuşların küçülmesi, bir türlü aradığım tuşları bulamamak
  • Hattın düşmemesi
  • Cızırtılı hatlar, duyulmayan sözcükler

Her biri kimbilir ne çok anlam yüklü yüzlerce mesaj…

Ter içinde sırılsıklam uyandığım geceler…

En sonunda gerçek hayatta aldığım radikal kararlarla sona eren kâbuslar, bir başka tuzağa düştüğümde yeniden hortlayan rüyalar, adamı doğduğuna pişman eden bilinçaltı senaryoları…  

Freddy ile yıllarca uykumda mücadele ettim.

Ağzından alevler saçan ejderhayı alt edebilmenin ona sihirli bir ok atmak olduğunu bilmeden, yıllarca yalın kılıç debelendim.

Ha bire dayak yedim.

Her tarafım ezik, çürük içinde kaldı…

Ama en sonunda bu konuda master yapan, yurt dışında “dream therapy workshop – rüya terapisi atölyeleri”  düzenleyen kızımın da desteği ile geceleri sakin uyuyabilmenin, tepemde dolaşan kâbusların etkisinden kurtulabilmenin inceliklerini biraz olsun öğrenebildim...


Bu dönem içinde, çevremdekilerin rüyalarla ilişkilerini gözlemledikçe, hemen herkesin benim gibi bazı şeyleri merak ettiğini gördüm. Şimdi de duygularımı, tecrübelerimi ve bu alanda öğrendiklerimi elimden geldiği kadar sizlerle paylaşmak istiyorum.  


Bu bölümü hazırlarken soru-cevap şeklinde bir yöntem seçtim.
Bu sistemi ve soruların çoğunu hazırlarken de “Working With Dreams – Rüyalarla Birlikte Çalışmak” adlı eserden yararlandım. 1979 yılında yayınlanan bu kitap Dr. Montague Ullman ve Nan Zimmerman tarafından kaleme alınmıştı.

Cevapları hazırlarken hem kitapta yer alan açıklamalara, hem de kendi tecrübelerime, okuduğum diğer kaynaklara, bilgilere başvurmaya çalıştım.

Hadi artık başlayalım!

        
Herkes geceleri rüya görür mü?

Evet. Her yetişkin insan, hariçten bir etkilenme olmazsa, geceleri rüya görür. Öğrendiğim kadarıyla, ilk rüyalar uykuya daldıktan yaklaşık doksan dakika sonra başlıyor ve beş ila on dakika sürüyor. Uyku hali devam ettikçe rüyaların süreleri uzuyor. Sabaha karşı yarım saati aşan rüyalar görmemiz mümkün olabiliyor.

Rüyalarda gördüğümüz renklerin özel bir anlamı var mı?

Okuduklarıma göre rüyaların çoğunda renk unsuru önemli. Ancak özel bir gayret sarf edilmez ise renkler kısa sürede hafızadan siliniyor. Anlam açısından rüyadaki her detayın ve dolayısıyla tüm renklerin önemi var. Özellikle dikkat çekici seviyede kendini belli eden bir renk veya cisimlerde kendini çok sık tekrar eden renkler, anlam açısından önemli ipuçları taşıyabiliyorlar.

Steven Spielberg’in “Schindler’in Listesi” adlı filminde, her şey siyah beyazken, yalnız başına sokakta yürüyen kızın kırmızı elbisesini düşünün. Herhalde öyle bir şey olmalı.

Körler rüya görebilir mi? Cevabı evet ise ne tür rüyalar görürler?

Bu o insanların doğuştan kör olup olmamalarına veya ne kadar uzun zamandır görme özürlü olduklarına bağlı olarak değişiyor. Daha önce hiçbir görme deneyimi yaşamamış kişiler, rüyalarını dokunma, koku, duyma ve hareketleri fark etme gibi deneyimlerine bağlı olarak yaşıyorlar. Hem de diğer insanlardan daha fantastik, daha karmaşık rüya deneyimleri yaşadıkları iddia ediliyor.

Gençliğimde bir bilimkurgu romanı okumuştum. Ne yazık ki sonraları o kitabı bir daha bulamadım. Yazarı kimdi, adı neydi bilemiyorum. Herhalde rahmetli ağabeyimin kitaplarından biriydi.

Kısaca özetlemeye çalışayım:

“Tüm dünyaya yayılan savaştan kaçan bir grup insan, son çare olarak dağların içindeki mağaralara sığınıyor. Bir süre sonra ışık ve ateşle ilgileri tamamen kopuyor. Birkaç nesil sonra iki ayrı kabileye ayrılıp, birbirlerinden uzak, farklı mekânlarda yaşamaya başlıyorlar. 
Yeni gelişen nesillerin bir bölümü zaman içinde yunuslar gibi ses algılarını geliştiriyor, cisimlerin varlığını, özelliğini, uzaklığını tespit edebilmek için ellerindeki taşları birbirine vurarak yarattıkları ses dalgalarının yansımalarından yararlanıyorlar. Yani kafalarında bir nevi modern sonar sistemi kuruyorlar.

İkinci grup ise ultraviyole ışınları algılama yeteneklerini geliştirerek, aynı bilgileri çevrelerinde oluşan ısı değişimlerinden elde ediyorlar.

Bu iki kabile de, ne yazık ki dışarıda bıraktıkları ataları gibi zaman içinde birbirine düşman oluyor. Yaşlılar, büyükler ve “bir bilenler” diğer kabilelerdekilerin yaşadığı bölgeleri tabulaştırıp, genç nesillerin düşmanlarıyla tanışmamaları, ilişki kurmamaları, yani hınç, öfke ve düşmanlıklarını her daim devam ettirebilmeleri amacıyla efsaneler ve hurafeler uyduruyorlar.

İki kabilenin bir de ortak düşmanları var.

İki tarafın da en çok korktuğu şey “silent thunder”, (gök gürültüsü) adını verdikleri doğaüstü olaylar. Neler olduğunu hiçbiri anlayamıyor. Bu şoku yaşayanlar uzun bir süre yer bulma ve etrafı algılama yeteneklerini kaybediyorlar.

En sonunda sessiz gürültüler engellenemez şekilde artmaya başlıyor…

Sebebine gelince:
Mağaralara sığınmayan dışarıdakiler, birbirlerini yeterince öldürdükten sonra, savaşmanın anlamsızlığını keşfedip bir arada yaşamanın hiç de sanıldığı kadar kötü bir şey olmadığını anlıyorlar. Bu insanlar aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra mağaralarda yaşayan tuhaf canlılar olduğunu fark edip ellerinde ışıldaklar dağın içinde, derinlerde bir yerlerde araştırma yaparken, aniden karşılarına çıkan ve oracıkta bayılan mağara adamları ile karşılaşıyorlar…

El fenerlerinin parlak ışıkları, yani mağara adamlarını bayıltan doğaüstü sessiz gürültüler.
Dışarıda barışı yakalayanlar, mağaralara sığınan ve orada bile düşman yaratmanın bir yolunu bulanları en sonunda inlerinden çıkartıp özgürlüklerine kavuşturuyorlar.”

( William Golding’in ünlü eseri “Lord of the Flies – Sineklerin Tanrısı” ile oldukça benzer bir tema işlenmiş aslında…)

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine kıvamında bir son.
Savaşlar, hurafeler, kalın kapkalın kırmızı çizgiler, tabular ve özgürlükler!
Bana pek de bilimkurgu gibi gelmedi ama neyse.
Şimdilik bir nokta koyalım buraya.

Akla sıkça gelen sorulardan biri de ilaçların rüyalar üzerinde etkilerinin olup olmadığı.

         
Uyarıcılar ve teskin edici ilaçlar, uzun süre kullanıldıklarında rüya sürelerinin kısalmasına sebep oluyor. Yüksek alkol kullanımı aynı şekilde rüya sürelerini negatif etkiliyor.
Ben kendi adıma hiç, ‘dün akşam acayip içmiştim, anında sızmışım. Bir rüya gördüm, anlatsam hayatta inanmazsınız’ diyen birine rastlamadım mesela.
Eski zamanlarda Şamanlar, kabile büyücüleri ve şifacılar da kendi rüyalarını ve hastalarının rüyalarını gözleyebilmek, daha etkin değerlendirmeler yapabilmek için özel bitkiler ve alaşımlar kullanırlardı. Doğada bulunan bazı bitkilerin daha sonra kimyasal olarak elde edilen LSD’ler gibi çok yüksek uyarıcı etkiler içermekte olduğu iddia edilir.

LSD de ne mi? Bir hatırlatma yapayım:

Lucy in the Sky with Diamonds”

Paul McCartney, John Lennon, Ringo Starr, George Harrison.


Rüyalar sorunları çözer mi? Rüyalarda aradığımız cevapları bulabilir miyiz?


Bu konuda bir birikime ve gerekli donanıma sahip isek, rüyalarımızı analiz ederek önemli sonuçlar çıkarabiliriz. Rüyalar esas olarak bizim bazı gerçekleri fark etmemize yardımcı olur.

Ben kendi adıma rüyalarımın verdiği mesajların önemini daha önceden kavrayabilmiş olmayı çok isterdim.

 

Rüyaları yaratıcılığımızı arttırmada kullanabilir miyiz?

Bunun cevabı her rüyanın bizzat kendisinin ne kadar yaratıcı ve keşfedici olduğunda yatar. Her rüya tektir. Rüyayı gören kişi aslında içinde tohum salan duyguların, tomurcuklanan düşüncelerin meyvesini toplamaktadır. Daha önce bilinçaltına yerleşen izdüşümler, uykudaki kişinin özel bir gayreti olmadan, görsel bir şekilde kendisine yeniden sunulmaktadır. Hiç farkında olmasa bile her insanın içinde bir şair ruh vardır. Pek çok buluşun, şiirin, hikâyenin ya da resmin geçmişinde bir rüya olduğu da bir gerçektir. Gerçek hayattaki arayış ve sorunlarımıza açıklık getirmek isteyen alt benliğimiz, kendi iradesiyle fantastik bir performans sergilemektedir.

Jung, pek çok konuda, içinde yaşatıp bir türlü dışa vuramadığı, kafasında berraklaştıramadığı görüşleri, art arda gördüğü rüyalardan sonra sanki bilinmez bir gücün kendisine yazdırdığını anlatır. Sanırım, sezgiyle kavranması mümkün, düz mantıkla kavranması oldukça zor bir fenomen.

Jung’dan bir örnekle ne demek istediğimi açıklamaya devam edebilirim. Jung insanlardaki bilinçaltı mekanizmasının Freud’un üstünde durduğu gibi tek boyutlu bir yapısı olmadığını, işin içinde çok daha farklı etkenler, nedenler olabileceğini hissediyor ama bunları kafasında tam olarak şekillendiremediği bir dönem geçiriyordu. Tam bir şeyler kafasında belirmişken, gerçek yine bulanıklaşıyor, ufkundan kayboluyordu. Bu gelgitler ve belirsizlikler içinde kıvanırken bir gece şu rüyayı görür.

“Jung evinin ikinci katında koltukta oturmaktadır. Etrafındaki dekor, mobilyalar, tablolar da ona çok doğal gelmektedir. Zaten olması gerektiği gibi çevresindeki her şey kendi dönemine ve alışkanlıklarına uygundur. Birden evinin birinci katını gözünde canlandıramadığını fark eder. Merakla alt kata iner ve kendini on dört, on beşinci yüzyıl mimarisinin içinde bulur. Zemin pembe taşlarla kaplanmıştır. Tablolar birkaç yüzyıl eskiye aittir. Koltuklar eski, perdeler farklıdır. İçerdeki bir odada duvara gizlenmiş bir kapıyı açtığında, aşağıya inen bir merdiven görür.

Bu sefer varlığından bile haberi olmadığı bodrum katına iner. Çevresini Roma zamanından kalan kalıntılar, freskler, taşlar kuşatmıştır. Heyecanla olan biteni anlamaya çalışırken aniden önüne taş bir kapak çıkar. Onu kaldırdığında aşağıya inen eskimiş taş basamaklar bulur. En alt bölüme indiğinde artık tarih öncesi sayılabilecek bir yere geldiğini anlar. Yerde iki kafatası görür.”

Ve aniden uyanır. Aradığı şeyi nihayet bulmuştur. Alt benliğimiz, kendi çağımızın, kendi dünyamızın, kendi tecrübelerimizin çok ötesinde izler ve hatıralar taşımaktadır!
Jung, erkeklerin içindeki dişi özellik “anima” ve dişilerin içinde var olan erkeksi çağrışımların yani “animus”un varlığına zaten inanıyordu. Şimdi ise, buna ek olarak bizi şekillendirmeye çalışan süper-egonun aslında ortak kültürler, ortak sembollerden oluşan geçmişe dayalı bir paydadan, kalıtsal olarak bize miras kalan önyargılardan oluştuğunu fark etmiştir. ( Collective Unconcious – Kollektif Bilinçaltı )
Jung belki de çoktandır farkında olduğu ama bir türlü adını koyamadığı bu gerçeğe böylece bir rüyasının yardımıyla ulaştığını yazar.

 

Rüyalardan kendimiz hakkında sonuçlar çıkartabilir miyiz?

Bu sorunun cevabı, bu konuda ne kadar sistematik ve düzenli bir gayret içinde olduğumuza bağlı. Her rüyamızda kendimiz için ipuçlarının var olduğunu biliyoruz. Bunlar bazen çok önemli, bazen oldukça sıradan olabiliyor. Freud tüm rüyaların içimizdeki seks dürtüleri ve varoluştan doğan sorunlarımızla ilgili olduğuna inanıyordu. Jung ve ardından gelenler, bu faktörün önemini kabul etmekle birlikte, aslında rüyaların, yaşam boyu oluşan alt benliklerimizin kendini anlatımı olarak yorumluyorlar. Bu nedenle artık modern psikoterapide, rüyaların yorumlanması tedavilerin önemli bir aracı olarak kullanılabiliyor.      


Çok yakın bir geçmişte, beni maddi ve manevi açıdan oldukça baskı altında tutan bir sorunuma dışarıdan bir gözün bakmasına ihtiyaç duyduğumu düşünüyor, öbür taraftan da ‘kurdun ensesi kalındır, kendi işini kendi yapar’ misali, sorunlarımla tek başıma cebelleşmeye çalışıyordum. Bu yüzden de bir türlü bu konuda somut bir adım atamıyordum. Bir akşam eve geç vakit gelip uyumadan önce biraz televizyon seyredeyim de kafam dağılsın derken, tüm vaktimi bu soruya cevap aramakla geçirdim. En sonunda sabah ola hayır ola diyerek kararı bir gün sonraya erteledim ve kafamı yastığa koyup derin bir uykuya daldım.

“Alacaklı olduğum kişi bizim evdeydi. Zaten çok eskiye dayanan bir tanışıklığımız ve normal koşullarda sağlam olduğunu sandığım bir dostluğumuz vardı. Adam sofraya oturmuş yemek yiyor, bir taraftan da bizde çalışan yardımcımıza kendi ihtiyaçları için talepler sıralıyordu. Onu izlerken içimden umarım evimde oturup yemeğimi bile yediğini de unutmaz diye geçirdim. Ancak bunun çok saf bir beklenti olduğunun da bal gibi farkındaydım.

Bir ara elimde tuttuğum kitabı okurken bir şeyler atıştırmak için bir tabağa çörek, pide gibi şeyler doldurup yatak odama gittim. Her akşam uyumadan önce bir şeyler okumak istediğimde kullandığım başucu lambasını açmaya çalıştım. Bir türlü olmuyordu. Ampulünün yandığını düşündüm. Önce fişleri, prizleri, kabloları, odada elektrik olup olmadığını kontrol ettim. Sonu gelmez bir işkence başladı. Evdeki tüm çalışan lambaları, yedek ampulleri deniyor asla ışığı yakamıyordum. Gittikçe sinirlenmeye, bu işi beceremediğim için de kendime küfretmeye başladım. Zaten evde var olan ve çalışan bir başka cihazı neden kullanmadığımı düşünüyor, yine de illa ki kendi başucu lambamı kullanmakta ısrar ediyordum. Ama ne yapsam yedek ampuller duyun yuvasına bir türlü uymuyor, uyanları da çevirip yerine yerleştirsem bile düğmeyi çevirdiğimde ışık gelmiyordu.”


İçim daralmış, bunalmış, göğsümde büyük bir baskı ile uyandım. Aklıma ilk olarak unutmadan bu rüyamı not etmek geldi. Zaten bu işin üstatları bize bunu tavsiye ediyorlar.
Dedikleri şu:

Uyandığınızda son gördüğünüz rüyanızı hatırlamak istiyorsanız, sakince yatmaya devam edin, gözleriniz kapalı, kendinizi gevşetin ve her şeyi hatırlamaya odaklanın. Bazı görüntülerin ve duyguların içinizden geçtiğini, yavaş yavaş bulutların ardındaki şekillerin netleşerek kendilerini size göstereceklerinden emin olun. Tüm bu birbirinden kopuk sahneleri kafanızda toparladıktan sonra, o anda size önemli görünmese de her şeyi tüm detayları ile kaydedin.


İşte ben de öyle yapmıştım. Savaştan çıkmış gibi darmadağınık bir halim vardı. Üstüne gitmemeye karar verdim. Kalkıp bir duş aldım, yulaf ve müsli karışımından oluşan kahvaltımı ettim ve sonra geriye dönüp yazdıklarımı okudum. Zaten bu sefer öyle uzun uzadıya kafa yormaya gerek kalmamıştı. Kalın kafamın bir türlü alamadığı kararı bilinçaltım bana zorla gösteriyordu.


“Başucu lamban bozuk be adam! Kendi lambanla bir şey öğreneceğin de yok. Git kendine yeni bir ışık kaynağı bul.”


Rüya daha ne yapsaydı?

Jung da sonuna kadar haklıydı işte. Bilincim kalın egomu aşıp, yaşadığım sorunlara bir çözüm yolu bulamayınca alt katmanlar isyan etmişti.

En azından ben öyle algılıyorum.

Sor da öğren diye bağırmaktan bitap düşmüş zavallı bilinçaltımın sesi kısılmıştı. Hepsi bu!
Çaresiz bana verilen emre itaat ettim. Artık bir başkasının görüşüne ihtiyacım vardı. Elime telefonu alıp bir sonraki gün yapacağım danışma toplantısı için randevu aldım. Belki başıma sardığım bu aptalca sorunu bir defada çözemeyecektim ama hiç olmazsa üstüme düşeni geç de olsa yapmış olacaktım…

Hatırladığımız rüyaların günlük yaşamımıza etkisi var mıdır?


Bir başka deyişle, uykudan uyandığımızda aklımızda kalan rüya parçacıkları bizim üzerimizde nasıl bir etki yaratır? Bu işi ciddiye alan, üzerinde kafa yormuş, eğitimli insanları bir tarafa bıraksak bile, rüya her insanın kimyasında bir takım önemli değişikliklere neden olabiliyor. Pozitif çağrışımlar yapan keyifli bir rüya yeni bir güne iyi başlamamızı ne kadar kolaylaştırıyorsa, sıkıntılar içinde gördüğümüz, bizi etkisi altına alıp boğan rüyalar da işimizi o kadar zorlaştırıyor.
Bu durumda,
“Bu sabah yine solundan kalkmışsın be abicim” diyen yakınımız, aslında “Yine ters bir rüya mı gördün be abicim” diye sorsa, belki daha gerçekçi olabilir.


Hiç hatırlamadığımız rüyaların üstümüzde nasıl bir etkisi olabilir?


Uyku periyotlarında denek rüya görmeye başladığında yaşanan değişimleri izleme imkânı olmadan önce, bu sorunun kesin bir cevabını vermek herhalde çok zor olurdu. Şimdi ise laboratuarlarda yapılan çalışmalarda REM (uykuda hızlı göz hareketleri – Rapid Eye Movement) anında yani denek rüya görmeye başladığında, onu hemen uyandırarak aslında sabah olduğunda hiç hatırlayamayacağı detaylara erişmek mümkün olabiliyor.  
Freud tarzı yaklaşımlara göre, rüya hatırlansa da, hatırlanmasa da içimizde oluşan sıkışıklığı ortaya çıkardığı için, düdüklü tencere misali, işini görmüş sayılıyor. Oluşan gerilim düşürülmüş, yeterince ferahlık sağlanmıştır. Hatırlanması veya hatırlanmaması o kadar önemli olmayabilir.

Ancak, biz rüyaların hayatımız boyunca yaşadığımız deneyimlerin yeniden ele alındığı sahneler olduğunu düşünüyorsak, tekrar tekrar görülen ve hatırlanan rüyalarda sorunun uyku sırasında halledilebilecek kadar basit olmadığını kabul etmemiz gerekebilir. İşte bu nedenle ben de “Freddy rüyalarımı” görmeye başladığımda gereken radikal değişimleri yapabilseydim, hayatım nasıl etkilenirdi bilemem, ama en azından aynı kâbusları görmek zorunda kalmazdım diye düşünüyorum.

İşte benim bitmez tükenmez Freddy kabuslarım da bu türden rüyalardı herhalde. Ne anlama geldiğini anlayıncaya kadar da canıma okumuşlardı.

Rüyalarda genel kabul görmüş belirgin semboller var mıdır?


Sanırım bu soruyu basit ve kısa bir cevapla geçiştirmek o kadar kolay değil. Freud ve Jung bile belli sembollerin kabul göreceğini kabul etmişlerdir. Ancak Freud neredeyse tüm rüyaları baskı altındaki seks güdülerine ve türevlerine bağladığı için, sembolleri de bu şekilde sınıflandırmakta, her görülen şeklin erkek ve kadınların cinsel organlarını çağrıştırmakta olduğunda ısrar etmişti.

Jung ise alt benliğimizin duruma, koşullara ve kişiliğimize göre semboller yaratabileceğinde, rüyaları kendi mantıkları içersinde değerlendirmemizin daha doğru olacağında karar kılmıştı.
Bazen temel örneklerden söz edilebilir.

Örneğin Herkül, Pamuk Prenses, Kırmızı Şapkalı Kız, Sinderella, Küçük Prens, Robin Hood, Nasrettin Hoca gibi efsanelere, hikâyelere konu olmuş simgelerin, rüyalarda benzer anlamlar taşıyacağını düşünebiliriz. Bu semboller arketip (model, örnek) olarak adlandırılırlar.
Öte yandan çok evrensel bir simge olan haç işareti, yeryüzünde yaşayan insanlar için çok farklı anlamlar taşıyabilir. Örneğin, bir ateist için duygusallık, bir Musevi için ırkçılık, bir Hıristiyan için aşk, yargı ifadesi olabilir. Başka bir ortamda haç işareti bir yol ayrımının ön habercisi de olabilir.

Üstatlar, son kararı rüya görenin kendisi vermelidir der. Aslına bakılırsa sanki rüyalarımızda kişisel benliğimiz, bilinçaltımız ve kolektif bilinçaltımız hep birlikte dans ediyorlar.
Kolektif bilinçaltımız, kişinin kendi tecrübelerine dayalı olmayan, hemcinslerinin tarihi deneyimlerine dayalı olarak çok uzun sürelerde oluşan bir bilinç olarak tanımlanıyor. Acaba Jung somon balıklarının hayatlarını nasıl sonlandıracakları konusundaki değişmez tutumlarının ve çabalarının bir kolektif alt benlik olduğunu düşünebilir miydi dersiniz? Ya da yaşam boyu petek yapan, bal üreten arıların? Sürekli eve yiyecek taşıyan karıncaların?


Jung rüyaları yorumlarken yapılması gereken en önemli şeyin gördüğümüz sembolleri sorgulamamız, nedenlerini araştırmamız ve aralarındaki ilişkileri ortaya çıkartıp analiz etmemiz olduğunu anlatıyordu.

 

Rüyalarda bize verilen mesajlar her zaman açık, kesin ve doğru mudur?


Bu konularda dirsek çürütmüş bilim adamlarının dediğine göre, rüyalarda hiçbir şey basit ve kesin değildir. Hiçbir anlamı olmadığı sanılan en ufak detaylar dahi bir nedenle orada yerini almıştır. Rüyalarda çöp kutusu yok. Zarfı açıp, içindekine bakıp dışını çöpe atmamanız gerekir. En azından bakın bakalım, zarftaki adres doğru mu? Belki isim doğrudur, adres yanlış. Veya adres doğrudur, isim yanlış. Zarfı postaya kim vermiş? Ne zaman vermiş? Hangi şehirden yollanmış?

 

Uykuda konuşma veya yürüme ne anlama gelir?


Okuduklarımdan anladığım kadarıyla, bu durumlarla uykunun rüya görme moduna girmeden önceki hallerinde karşılaşıyoruz. Henüz sebepleri konusunda kesin bilimsel bir tanımlama yapılamıyorsa da bu davranışların motor-refleks şeklinde geliştiği düşünülüyor. Yaygın kanaatlerin aksine, uykuda yürüyenlerin, kendilerine ve çevrelerine zarar verme olasılıkları da ne yazık ki oldukça yüksek.


Bir anımı aktarayım:

Yatılı okuduğumuz lisenin son sınıfında iki katlı ikişer ranzadan oluşan dört kişilik bir odada kalıyorduk. Bir gün sonra da en büyük rakibimizle şampiyonluk için futbol maçına çıkacaktık. Gecenin bir saatinde üst katta uyuyan Tamer arkadaşım yataktan doğruldu ve konuşmaya başladı. Zaten uykuda konuşma konusunda biraz mimliydi. Ben de durumu idare etmek için hemen ayağa kalktım. 

Bana, “Hadi giyin, maça geç kaldık,” gibi laflar söylüyordu. Gözleri de açıktı.  Ben de, “tamam, tamam, merak etme sen, biraz daha vakit var, şimdi yat uyu,” dedim.

Bir süre orada oturur durumda etrafa bakınmaya devam etti. Sonra bir şekilde yatmaya karar verdi. Anında derin bir uykuya daldı.  Doğal olarak sabah olduğunda hiçbir şey hatırlamıyordu.

Bir yıl sonra hep birlikte ODTÜ senelerimiz başlamış, bu sefer yurtlarda on iki kişilik bir odada birlikte kalmaya başlamıştık. Tamer’in yanındaki yatağa da onun gibi uykuda konuşan bir başkası yerleşti. Gece geç vakit, onlar uyuduktan sonra ortaya koyduğumuz masada briç oynamaya ara verir, yanlarına gidip kulaklarına bir şeyler fısıldardık. En büyük başarımız, havaya girip cevap vermeye başladıklarında, biz aradan çekildikten sonra uykuda birbirleriyle konuşmaya devam etmeleri olurdu.

 

İnsanlık tarihinde rüyaların nasıl yorumlanmıştır?


Eski Orta Asya Tungus dilinden bugüne kalan “Şamanlık” kavramı rüyalar ile birlikte anılırdı. Orta Asya’da gelişen ve daha sonra yeryüzünün pek çok değişik noktasında ve zaman diliminde karşımıza çıkan bu kavram, ruh ve beden hastalıklarının teşhisi ve tedavisinde rüyalardan büyük ölçekte yararlanabileceğimizi gösteriyor.
Avustralya Aborjinlerinin hikâyesi biraz farklıdır.

Dünya tarihinde farklı kıta ve coğrafyalara gittiğimizde, putların, tanrıların yerini doğanın, güneşin, suyun, dağların aldığını görüyoruz. Avustralya yerlileri binlerce yıl birbirleriyle ve doğayla barış içinde yaşamanın sihrini ellerinde tutmuşlardı. Ta ki beyaz adamlar gelip, ateşli silahlarıyla adaya yerleşip, terör estirmeye başlayıncaya kadar!

 Bu beyaz adamları diğerlerinden ayıran en önem fark, aradan epey zaman geçtikten sonra da olsa, hatalarının farkına varıp, özür dileyebiliyor olmalarıydı herhalde…


Eşimle birlikte 1990 yılında üç haftalığına Avustralya’ya gitmiştik. Kıtanın neredeyse tam ortasında, dümdüz bir platoda, o tarihlerde her yerde adı ‘Ayers Rock’ olarak bilinen, değişken kızıl renkte yaklaşık 3 km. uzunluğunda, 350 metre yüksekliğinde, kum ve çakıl taşından oluşmuş bir doğa harikası vardır. Seyahat programı içersinde orayı da ziyaret etmiştik. Kilometrelerce uzaktan görülen bu görkemli tepeye ben de çıkıp, üstünde duran özel defteri imzalamıştım.


O tarihte bize bu bölgenin, Aborjinler için kutsal sayıldığını anlatmışlar, binlerce yıl önce bu bölgede yaşayan yerlilerin duvarlara yaptıkları resim ve gravürleri göstermişlerdi.

İki binli yılların başlarında Avustralya Başbakanı mecliste bir konuşma yapıp, tarihlerini ellerinden aldıkları bu insanlardan özür diledi ve o günden beri de resmen bu bölge orijinal adıyla ‘Uluru’  olarak anılıyor.


Aborjinlerin temel felsefesi, doğanın verdiğini doğanın aldığı, gereksiz yere canlı öldürmenin doğaya karşı gelmek olduğu ilkeleri üzerine inşa edilmişti. Güç sembolü tapınaklar, yüksek binalar, birbiri üzerinde tahakküm kuran toplum katmanları oluşturmak yerine, doğaya uyum sağlayan sade ve göçebe bir hayat onlara daha sağlıklı gelmişti. Kabileler halinde yaşarlardı. Her kabilenin bir şifacısı olurdu. Onlar rüyaları kehanet olarak algılardı.


Aynı şekilde dünyanın öbür ucundaki Amerikan yerlileri de göçebe bir hayat yaşıyordu. Doğaya, güneşe, yamaçlarında yaşadıkları dağlara taparlardı. Bunu yaparken kurallar, yasaklar koymak yerine, kutsadıkları güçlere saygılarını ve bağlılıklarını özel törenlerle sunar, bu törenlerde yaratılan toplu ruh arınmaları ile güç toplarlardı.
Onlar da, binlerce yıllık inanç ve geleneklerini, beyaz adamlar geldikten sonra sürdürmekte zorluk çektiler, kişisel hırslar ve maddi çıkarlar geleneklerin önüne geçti ve yok oldular. Avustralya Aborjinleri gibi Amerika yerlilerinin de şifacıları, büyücüleri vardı.


Şamanların, şifacı ve büyücülerden farkı, insanların ruhsal yapılarına ve rüyalara diğerlerinden daha çok önem vermeleri ve bu konuda uzmanlaşmış olmalarıydı. Şamanizm kendi içinde bir din, bir inanıştı. Şaman olmak genelde babadan oğula geçen bir ayrıcalıktı. Bunun gerçekleşemediği durumlarda, İslâmi tarikatlarda olduğu gibi lider bir sonraki kişiyi hayattayken seçer, ona “el verirdi”. Bu durumda sistem bir sıkıntı olmadan kendini sürdürebilirdi. Bu iki alternatifin de gerçekleşmediği durumlarda topluluk üyeleri “Şaman”lık görevine kendileri talip olurlardı. Bu tür durumlarda görev, kendisi de ruhsal sorunlar geçirmişken, bunu yardım almadan yendiğini gösteren, rüyaları etkin şekilde kullanabildiğini, onlardan yararlanabildiğini ispat eden adaya verilirdi.


Günümüzde bir psikoloğun veya terapistin, aldığı eğitim ne olursa olsun kendisinin de bir başka psikolog tarafından terapiden geçirilmesi bu nedenle gerekli görülüyor belki de.
Şamanlar hastalarını iyileştirirken diğer şifacılar gibi yalnızca öğrendikleri bitki karışımları veya doğa ilaçlarından değil, aynı zamanda karşılarındaki kişilerin ruh hallerinden ve onun aynası kabul ettikleri rüyalardan da yararlanırlardı.

-----


Rüyalarla ilgili resmi tarihe göz attıktan sonra ilginç bulduğum birkaç kısa bilgiyi de sizlerle paylaşmak istiyorum.

 

Rüyalar ve Eski Mısırlılar :


Eski Mısırlılara göre rüyalar doğaüstü güçlerin bir eseriydi. Tanrılar, kullarına başlarına gelecek kötülükleri veya güzel kısmetleri önceden bildirmek için geceleri uykularına giriyor, onlara sesleniyordu. Rüyalarla ilgili ilk sembolleri kayıtlarına geçtiklerine göre, bu konuda ilk ciddi çalışmaları eski Mısırlıların yaptığını kabul etmek gerekir. Bir kişi hayatında çeşitli sorunlarla karşılaştığını inanıyorsa, kutsal tapınağa sığınır, geceleri orada tek başına yatar, sonra da gördüğü rüyaları tapınak rahiplerine anlatarak sorunlarından kurtulmaya çalışırdı.

 

Rüyalar ve Eski Yunanlılar :


Yunanlılar da rüyaların spiritüel değerlerine inanır, Babilliler ve Mısırlılar gibi kutsal mesajlar taşıdıklarını düşünürlerdi. Ünlü tarihçi filozof Homer, Agamemnon’un, Tanrısı Zeus’tan geceleri uykusunda mesajlar aldığını yazmıştı.
Her ne kadar bu konuda geçmişten günümüze kalan ilk yazılı metni Mısırlılar bırakmışlarsa da, M.Ö. yüz elli yıllarında Romalı Artemidorus tarafından kaleme alınan “Rüyaların Açıklamaları” adlı kitap bu konudaki ilk ciddi eser olarak kabul edilir. Bu kitapta, rüyaların her insan için tek ve özel olduğundan, o kişinin toplumdaki statüsü, mesleği ve sağlığı gibi şeylerle birlikte değerlendirilmesi gerektiğinden bahsediliyordu. Daha sonra yazılan bir kitapta da,

“Rüyalarda pembe bir kostüm giymek uzun sürecek bir hastalığın işaretidir” ya da  “Çıplak oturmak varlık kaybının bir göstergesidir” şeklinde yorumlar yer alıyordu.
 
Hıristiyanlıkta rüyalara bakış:


Hıristiyanlık ile birlikte rüyaların doğa dışı güçlerin bir eseri olduğu anlayışı yeniden yaygınlaşmaya başladı. Rüya bir nevi peygamberlik işareti sayılmalıydı. İnsanların çoğu rüyalarda Tanrı’nın kendini insanlara gösterdiğine inanmaya başlamışlardı. Önemli bazı din liderleri, hayatlarındaki değişimleri rüyalarına borçlu olduklarını iddia ediyorlardı.
Bin beş yüzlü yıllara gelindiğinde, Protestanlığın öncüsü Alman bir din adamı olan Martin Luther, rüyaların aslında şeytanların bir eseri olduğunu iddia etmeye başlamıştı.

 

Ortadoğu tarihinde rüyalar :


Ortadoğu’nun tarihinde de bu konuda değişik yaklaşımlar vardı. İranlı düşünürler, rüyaların ancak aynı gün değerlendirilmesi halinde bir anlam taşıyacağına inanmışlardı.
Arap dünyasından bir bilge, rüyaların geleceğe dönük kehanetler içerdiğini ve ancak  “temiz bir ruha, namusa ve keskin bir zekâya” sahip kişilerce değerlendirilmesinin gerekli olduğunu vurgulamıştı.

-----


Rüya, Trans, Edgar Cayce:


Yakın tarihlere geldiğimizde, bilim adamlarının bir açıklama getirmekte en çok zorlandıkları deneyimlerin sahibi, Edgar Cayce adında bir Amerikalıydı.

1877’de doğup Amerika’da yaşamış olan Edgar Cayce, daha çok orta Avrupa’da yürütülen rüya analizleri çalışmalarına, Amerika’dan kendi görüşleri ile katılmıştı. Cayce diğer araştırmacılar gibi bilimsel/akademik bir altyapıya sahip değildi. Daha çok ünlü bir medyum, bir nevi şifacı, Şaman olarak bilinirdi. Bu nedenle bilimsel eserlerde kendisine fazla referans yapılmaz. Hatta yaşadığı bile es geçilir.

İnanılması zor bir hayatı ve kişiliği vardı. Arkasında bugün bile açıklanması mümkün olmayan bir yaşam öyküsü bırakmıştı.

Edgar Cayce hipnoz ile uyutularak trans halindeyken konuşmalarından yapılan kayıtlarla tanınmıştı. Cayce hipnoz uykusundan uyanınca hiçbir şey hatırlamıyordu. Uykudayken bu işi nasıl başardığı sorulduğunda, yaşayan herhangi bir insan beyni ile ilişki kurabildiğini, bu beyin veya beyinlerdeki bilgilerden, kendisine gelen kişilerin hastalıklarını teşhis edebildiğini, ilaçlar verebildiğini söylüyordu. Belki de bu anlarda Cayce'de bambaşka bir akıl canlanıyor ve insanlıkta dolaşan bütün bilgilerden, tıpkı bir kitaplıktan olduğu gibi yararlanıyordu. Bu işlem ışık hızıyla oluyordu. Sanki evrendeki zihinleri kullanabilen bir canlı “Google” sitesi gibiydi

Edgar Cayce…

Bir uyku seansında dört reçete yazdırmıştı, ancak bunların kime uygulanacağı bilinmiyordu. Ortaya çıktı ki, sonradan kendisine başvuracak dört hastanın reçetesini kırk sekiz saat önce yazdırmıştı.

Bir seans sırasında da "Codiron" adında bir ilaç yazdırmıştı ve ilacı yapan firmanın adresini de vermişti. Üreticiye telefon edildiğinde ilaç firması yetkilileri şaşırmıştı:

"Nereden duydunuz? Formülü yeni bitirdik ve ismini yeni koyduk" diyorlardı.
Edgar Cayce bu olağanüstü hayatı boyunca rüyalarla ilgili önemli açıklamalarda da bulunmuştu. Cayce’ye göre rüyalar bedenlerin arınması, ruhun terbiye edilmesi, kişiliklerin gelişimi için gerekli olan bir araçtı. Rüyalar beş değişik katmanda görev yapıyordu.

Bu katmanlar, beden seviyesi, bilinçaltı seviyesi, bilinç seviyesi, üst benlik seviyesi, ruh seviyesi şeklinde sıralanıyordu.

 

Cayce’ye göre, rüyalar, hastalık sırasında yardım çağırmaktan bilinç seviyesinde çözülmesi gereken sorunlara kadar her konuda mesaj verme yeteneğine sahiptiler.

Cayce rüyaları doğru yorumlayabilmek için kendimizi çok iyi incelememiz gerektiğine inanıyordu. Eğer bir rüya görüyorsak bunun en önemli iki amacından biri, yaşamakta olduğumuz bir problemin çözümüne yardımcı olmak, diğeri ise kişiyi içinde yaşatmakta olduğu bir potansiyel hakkında bilgilendirmekti.

İlk yapılması gereken şey de rüyanın bu iki amaçtan hangisi için olduğunu belirlemek olmalıydı.

İkinci adım da zihnimizde bir envanter yaratma gereğiydi. Gelecek planlarımızı, hedeflerimizi, duruşumuzu ve kararlarımızı analiz etmeliydik. Gizli korkularımızı, ihtiyaçlarımızı, savunmalarımızı ve bağlantılarımızı bilmeliydik.

 

-----------
 

Üç yıl önce kitap yazmaya başladım. Kaleme aldığım üçüncü romanın ise benim için özel bir anlamı vardı. Hiçbir ön hazırlık yapmadan, kurgu düşünmeden, karakterler üzerinde çalışma yapmadan tek bir olay üzerinden yazmaya başlamıştım. Bu bir sınav, kendimi test etmek için uydurduğum bir yöntemdi. İlk gün sekiz sayfa. Sonraki gün belki on sayfa. Ardından üç sayfa…

 

Bir süre sonra iki üç farklı kurguyu paralel götürmeye başlamıştım. Bir zaman sonra bu kurguları, olayları ve karakterleri bir şekilde birbirine bağlamam gerektiğini biliyor yine de yazmaya devam ediyordum. Sonlara yaklaştığımda bir an için güvenimi kaybettim.

İşte tam o günlerde bir rüya gördüm…

 

“Eski bir dere yatağı olduğunu bildiğim, kuru, çorak bir alanda yürüyordum. Kanalın ortası taşlarla kaplıydı. Kenarlarda ağaçlar, yeşillikler…

Arkamdan birisinin ‘Bu dere yatağı hepten kurumuş’ diye bağırdığını duydum.

Olabilir miydi?

Pes etmek istemiyordum.


Ellerimle kenarları kazımaya başladım. Bir süre sonra alttan küçücük bir nemli toprak parçası göründü. Kazmaya devam ettim, damlalar bir araya gelip sicim gibi aşağıya akmaya başladı. Sonra bir başka yere gidip aynı işleme devem ettim. Sonra bir başka yerde…

 

Bir süre sonra her tarafta daracık, ip gibi incecik su kanalları oluşmaya başlamıştı. Arkamdaki ses ‘Olmuyor, su gelmiyor’ diye üstelerken o daracık su kanallarının birbirleriyle birleştiğini gördüm. Ve aniden uyandım…”

 
Yazmaya başladığımda bunun çok zahmetli bir maraton olacağını zaten biliyordum. Bu rüyayı gördükten sonra kendime olan inancım daha da kuvvetlendi. Sanki gizli bir kuvvet beni yönlendirmeye başlamıştı. Bir hafta içinde birbiri ardına gelen mini keşiflerle olayları birbirine bağlayıp roman taslağını sonlandırmıştım…

-----

        
Rüyalar konusunda özetlemeye çalıştığım bu bölüm, tamamen kişisel merakım sonucunda ulaştığım bilgilerden derlenmiş notlardan ibarettir. Bilimsel bir çalışma sayılmayacağı gibi bir kaynak olma iddiası da taşımamaktadır.

 

Bu bölüm aslında birkaç yıl önce kaleme aldığım anılar ve denemelerden oluşan otobiyografik bir kitaptan alınmıştır. Aradan geçen zamanda bu konuyla ilgili edindiğim yeni bilgileri de kullanarak bazı yerlerinde güncellemeler yaptıysam da aslında Düş Kapanı adıyla ilerde basılmasını umduğum kitabımın bir bölümüdür.

En güzel rüyalar sizin olsun !!!

HASAN SARAÇ'ın

ESERLERİ