,13,Saat,1, Ömür

13 Saat + 1 Ömür

 İlk kez 2013 yılında okurlarımla buluşan 13 Saat +1 Ömür adlı romanımın yeniden gözden geçirilmiş ikinci baskısı 2023 yılında Rönesans Yayıncılık tarafından yayınlandı.

Perde Açılıyor

Şimdi lütfen koltuklarınıza rahatça yaslanın ve 13 saatlik bir serüvenin ve unutulmuş bir ömrün ardında yatan sırları keşfetmeye, hikâyemizin ardına gizlenmiş şifreleri çözmeye hazırlanın…

 “Bir kitabın, ister beşeri ister ilahi olsun, diğer kitapların ötesindeki şeylerden söz ettiğini düşünürdüm.

Ama artık kitapların çoğu kez başka kitaplardan söz ettiğini fark ediyorum…

Böylece, yazarların hep bildiği şeyi yeniden keşfettim: Kitaplar daima başka kitaplardan söz eder ve her hikâye daha önce anlatılmış bir hikâyeyi anlatır.”

Umberto Eco

“Hayatınızı oluşturan şeyin hafıza olduğunu idrak edebilmeniz için, bölük pörçük de olsa hafızanızı kaybetmeye başlamanız gerekir. Hafızasız hayat, hayat değildir. Hafızamız bizim bütünlüğümüz, tutarlılığımız, mantığımız, hatta eylemimizdir. Onsuz, biz bir hiçiz.”

Luis Manuel uis Bunuel

-----

Arka Kapak Yazısı :rka Kapak Yazısı :

Sabah uyandığınızda kendinizi bir otel odasında bulsanız. Her şey yabancı gözünüze... Ailenize, ülkenize, çocukluğunuza, kimliğinize dair her şey kapkaralık olsa...

Ne Yapardınız?

Erol Adoni, aynadaki o yabancı adamın meçhul geçmişine doğru soluk soluğa yola çıkıyor. Gizemli yolculuğunun rehberi, Psikolog Prof. Bruno Moretti. Kimi zaman Moda'daki çocukluk yıllarına uzanıyor hikâyesi, kimi zaman St. Georg Avustura Lisesli yıllarına... Boğaziçi Üniversitesi'inde hayatla, Boston'da ise hayatının aşkıyla tanışması...

Dedesinin San Marino'daki üzüm bağları, babasının Moda'daki ofisi, New York yılları, İstanbul'a dönüş... Tüm anılar hafızasından silinip gitmiş.

Prof. Moretti ise sabah olmadan bu travmanın şifrelerini çözmek zorunda...

Bir koca ömür on üç saat sığar mı acaba? 

 

1. BÖLÜM 

Ter içinde uyandı.

Kaşları çatılmış, çenesi kasılmıştı. 

Sanki zifiri karanlıkta ateş böcekleri uçuşuyordu. Halüsinasyon muydu bu, yoksa gerçek mi? Birden hatırladı. Gençlik yıllarında Boston’da iki haftada bir gittiği çamaşırhaneyi görmüştü rüyasında.

Öğle vakti sakin adımlarla kapıdan içeri girmiş, elindeki mavi plastik torbadan çekip çıkardığı kirli çamaşırları boş bir makineye tıkıp cebindeki ufak paralarla aleti çalıştırmıştı. Oraya kadar her şey yolundaydı. Karşıdaki sandalyede oturan kısa saçlı sarışın kız büyük bir dikkatle elindeki notları okuyordu. Bir süre sonra kurutucudan çıkardığı giysilerini alıp gitmiş, yerine hiç durmadan münakaşa eden iki üniversite öğrencisi gelmişti.

Sonra onlar da işlerini bitirmişler, neredeyse akşamüstü olmuştu. Bu kez kızıl saçları beline kadar inen yanık tenli bir genç kadın, elindeki torbadan çıkardığı çamaşırları boşta kalan makineye yerleştirip yanındaki sandalyeye ilişmişti. Kulaklıklarını takmış müzik dinliyordu. Latin kökenli olmalıydı. Brezilyalı mıydı acaba? Yoksa Kosta Rikalı mı? Birkaç kez gözü ona takılmış, kızıl saçlı dilber ise hiç oralı olmamıştı.

Hava kararırken o da terk etmişti mekânı.

Saatler geçmiş, belki gece yarısı olmuş, etraftan el ayak çekilmişti. Herkes işini bitirip gidiyor, bir tek onun çamaşırları bir türlü kirlerinden arınamıyor, bir tek onun makinesi, kurgusu bitmek bilmeyen uğursuz bir oyuncak gibi, tuhaf sesler çıkararak bir o yana, bir bu yana yalpalayıp duruyordu.

Şakakları zonkluyor, kalbi avını kıl payı kaçırmış dişi bir çitanınki kadar hızlı çarpıyordu. Derin bir nefes aldı. Bekledi, bekledi, bekledi. Nabız atışları normale dönünce yorganı başına kadar çekti ve yeniden derin bir uykuya daldı.

Bu kez de bir köpek havlamasıyla uyandı.

Tavandan yere kadar uzanan kalın perdeler kapalıydı. Aralardan bıçak gibi sızan parlak ışığı fark etmese aldırmayacaktı. Odanın alacakaranlığında başucundaki komodinin üzerinde duran kol saatine uzandı. Rakamları seçemiyordu. Saatin kadranını ışığın geldiği yöne doğru çevirip bir daha denedi.

Olabilir miydi?

Saat neredeyse on bire geliyordu!

Ağzında buruk bir tat, karanlığa yavaş yavaş alışan meraklı gözlerle etrafına bakındı. Odanın sağ köşesinde bir berjer koltuk, karşı duvara dayalı bir de antika çalışma masası vardı. Masanın üzerindeki dizüstü bilgisayar ve önündeki kollu sandalye sahne dekorunu tamamlıyordu.

Anlaşılan yine bir otel odasında uyanmıştı.

Kaldığı oteli de, geceyi geçirdiği odayı da hatırlayamamıştı yine. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu. Son yıllarda sık sık tanımadığı otellerde uyanıyor, mekânlar birbirine karışıyor, oda numaraları anlamsızlaşıyordu.

“Bakalım bu sabah neredeyiz” diye mırıldandı kendi kendine. “En azından birbirinin kopyası beş yıldızlı sentetik otellerden değil, bir tarzı var bu odanın, kendine has bir şahsiyeti. İyi de bu saate kadar nasıl uyuyakaldım ben?”

Üzerinde bir ağırlık vardı, bir uyuşukluk hali.

Yavaş hareketlerle yatağından doğrulup ayağa kalktı. Pencereye doğru birkaç adım atıp perdenin kanatlarını iki yana açtı. Güneşin göz kamaştıran ışığı odanın en kuytu köşelerini istila ederken, onun uyuşuk bedenini de sarıp sarmalamak, içinde eritip yok etmek ister gibiydi. Kamaşan gözlerini kapatıp bir süre dinlendirdi.

Göz kapaklarını yeniden araladığında aslında bir pencerenin değil bir balkon kapısının önünde durduğunu fark etti. Küçük balkonun alçak duvarından yükselen ferforje korkuluklar barok motiflerle bezeliydi. İkinci katta olmalıydı. Odası da kaldığı otelin arka bahçesine bakıyordu besbelli. Sarı-kızıl yayvan yapraklı asırlık ağaçların ortasında dört yapraklı yonca şeklinde küçük bir havuz vardı. Sonbaharın, dallarından usulca koparıp attığı akçaağaç yapraklarıyla kaplanmış fıskiyeli havuzun kenarındaki masalardan birinde genç bir çift kahvaltı ediyordu.

Uykuda gezer gibiydi.

Odayı bir uçtan ötekine sarsak adımlarla geçip banyoya girdi. Bir süre parmaklarıyla yokladıktan sonra bulduğu düğmeye basıp ışıkları yaktı. Büyük bir ayna, klasik hatlı armatürler, oval bir mermer lavabo duruyordu önünde. Musluğu açıp soğuk suyu avuç avuç yüzüne çarpmaya başladı. Su zerrecikleri teninden sekip dört bir yana saçılıyordu. Sarı pirinç halkaya geçirilmiş buzlu cam bardaktaki fırçaya macunu sıkıp düzgün hareketlerle yukarı aşağı, öne arkaya dişlerini fırçalamaya başladı.

Bir yandan da dünyaya yeni uyanan bir bebeğin şaşkın bakışlarıyla aynada kendini süzüyordu. Sıkı karın kaslarına, yüz metre kelebek finalinde yarışan yüzücülerin göğüs kafesine sahipti. Gergin vücut hatlarına bakılırsa kırk yaşlarında olmalıydı. Kafasını yukarı kaldırıp yüzünü inceledi. Geniş bir alnı, ela gözleri, düzgün bir burnu vardı. Kumral saçları kulaklarını örtüyor, dalgaları ensesine kadar iniyordu.

Peki neden çatmıştı kaşlarını? Neden acı ve hüzün sinmişti gözlerine? Neden ağzından bir şey kaçırmaktan korkar gibi sıkıyordu dudaklarını?

Yeniden odaya dönüp o berjer koltuğa oturdu.

Habis bir ur gibi beyin kıvrımlarını teker teker ele geçiren, amipler misali hiç durmaksızın bölünüp içini kaplayan paniği görmezden gelmeye takati kalmamıştı artık.

“İyi, tamam, anladık” diye mırıldandı boğuk bir sesle. “Kaldığın oteli, yattığın odayı tanımıyorsun, peki nasıl geldin buraya? Ya ayın kaçı bugün? Geçen gün hangi otelde kalmıştın?”

En çok sakındığı soruyu pas geçiyordu sürekli. En sonunda dayanamayıp patladı.

“Peki, sen kimsin be adam?”

İşte şimdi o ürkünç gerçekle yüz yüze gelmişti. 

İlk uyandığı andan itibaren sinsice içine yayılan kaygılar meydanı boş bulur bulmaz ayaklanmış, aman vermeyen hınzır çocuklar gibi koro halinde ondan hesap soruyorlardı.
“Adın ne senin, ya soyadın? Nereden gelip nereye gidersin?”

Başını elleri arasına almış, sessizce oturuyordu orada. Ne düşüneceğini, ne yapacağını, neyi nasıl yapacağını bilmeden…

Tek başına!

Bu tür hikâyeleri çok duymuştu geçmişte kalan hayatında. Ani hafıza kayıpları üzerine yazılmış makaleler bile okumuştu üniversite yıllarında. Ama bu vakalar başkaları için yazılırdı hep. Öyle gelirdi ona.

“Peki, neden ben?” diye bir altyazı akıp duruyordu zihninde. “Neden şimdi? Neden burada?”

Yarım saate yakın bir süre koltuğun üzerinde kıvranmış, hiç değilse bir ipucu bulabilmek umuduyla belleğini sonuna kadar zorlamıştı.

Dönüp dolaşıp başladığı yere geliyordu.

Belleğiyle birlikte benliğini de yitirmiş olmanın yarattığı şok dayanılır gibi değildi. Sinir sistemini çökerten bir deprem, özgüven namına ne varsa yıkıp geçen bir kasırga.
Sandy kasırgasını hatırladı birden.

Daha geçen gün Atlantik’ten gelip Kuzey Amerika’yı yerle bir eden kasırgayı seyretmemiş miydi televizyonda? O amansız yıkımdan, insanların çaresizliğinden etkilenmemiş miydi? Peki, neredeydi o günlerde? Kiminle seyretmişti o sahneleri?

Yanıt yok.

Hayır, böyle olmayacaktı.

Bir şekilde toparlanmalı, zihnine çöken bu tekinsiz sis bulutuyla, içini kemiren bu bilinmezlikle her ne pahasına olursa olsun mücadele etmeliydi. Dimağı hasar görmüş olabilirdi ama ruhu pes etmemişti daha.

Oturduğu koltuktan doğruldu.

Kendine acıyarak geçireceği saatler ona bir şey kazandırmadığı gibi, direncini de zayıflatıyordu. Kararını vermişti. Madem beyninin kıvrımlarına sinmiş asi nöronlar onunla işbirliği yapmayı reddetmişti, o da çareyi başka yerlerde arayacaktı.

Alıcı gözle etrafına bir kez daha bakındı. Yatağının başucundaki komodinin üzerinde az önce eline aldığı kol saati, ciltli bir kitap ve bir kurşun kalemden gayrı bir şey yoktu. Çalışma masasının üzerindeki dizüstü bilgisayarının kapağını kaldırdı ve açma düğmesine bastı.

Olacağı buydu işte!

Bilmediği o şifreyi soruyordu elektronik sırdaşı.

“Onu hatırlasam sana ne gerek var zaten” diye söylendi içinden.

”Geri zekâlı!”

Birden zihninde bir ışık yanar gibi oldu.

“Telefonum, ya cep telefonum nerede benim?”

Feri kaçmış gözleriyle çevreyi taradı. Yok, yok, yok... İçine bir şüphe düştü. Yoksa bir cep telefonu yok muydu? Nihayet gördü onu. Yerde, duvarın dibindeydi işte! O tarafa doğru bir hamle yaptı, yere çömelip eline aldı o yassı, siyah, kaygan nesneyi.

Heyhat, kendi kimliğinin izini sürerken bu kez de kapağı bir yana savrulmuş, ekranı paramparça bir enkazla karşılaşmıştı.

Yutkundu.

Son bir umut, banyonun karşısındaki elbise dolabına yöneldi. Biri lacivert blazer, diğeri kahve-bej ekose, dirsekleri deri yamalı iki ceket asılıydı dolapta. Elleriyle yokladı. Ne bir cüzdan vardı ceplerinde, ne bir kartvizit, ne de kimliğine dair en ufak bir ipucu. Dolapta asılı gömleklerden, pantolonlardan da bir hayır gelemezdi zaten. Yerde duran tekerlekli el valizini açtı heyecanla. İçinde yalnızca bilgisayarının çantası vardı, onun yan gözünde de bir şarj aleti.

“Nafile” diye söylendi kendi kendine. En ufak bir ipucu bile yok.

Tam o anda dolabın iç bölümündeki kasa ilişti gözüne.

Aradıkları o kasada olmalıydı!

Ama ya kasanın şifresi?

HASAN SARAÇ'ın

ESERLERİ